Edebiyat Dergisi
Yayınları
12152. Gösterim
Yeni Devir Gazetesi, 8 Ekim 1977
İnsan; yaşadığı sürece, çevresiyle çevresindeki insanlarla, okuduğu kitaplarla sürekli bir alışveriş içindedir. Deneylerimiz çoğaldıkça, anılarımız biriktikçe içimizde kendine özgü çizgileri olan bir dünya kurulur sanki. Kimi zaman mutlu, herkesin doyduğu, insanlarının kendilerine ve başkalarına saygılı olduğu, inandıklarımızın geçerli olduğu bir toplum kurarız. Kimi zaman da günlük ilişkilerden yorulmuş, istediğimiz düzenin yürürlükte olmayışından dolayı öfkeli eve gelir; büyük savaşlar çıkartırız hayalimizde. Ve kendimiz hep yenmiş olarak çıkarız bu savaşlardan.
Nuri Pakdil’in “Biat I” adlı kitabındaki “Düşsel Yürüyüş Denemesi”ni okuduktan sonra çeşitli yürüyüşler tasarlamaya başladım yalnız kaldıkça. Son olarak tasarladığım bir yürüyüş!
Ülkeyi sık sık savuran öfkeli rüzgârlar (Doğa da, evrendeki herşey de insanlar düşünsün, anlasın diyedir: Patlar, yanar, söner, donar ıssızlaşır, ısıtır, ışıtır) Gök, ikide bir dolup dolup boşalıyor: Şimşekler, yağmurlar. Sokaklarda hep sel. Kentleri, köyleri yıkıyor, paklıyor gök. Ama, insanlar evlerinin içinde kirlenip duruyorlar. Sokaklarda kimse yok. Yalnız üç-beş açıkgöz, paracanlısı yağmur-çamur demeden evler arasında dolaşıp duruyor, alışveriş ediyorlar. Piyasa hiçbir ekonomik düzenin yasalarına uymuyor (hoş, uysa ne olur? İnsan içpiyasasında iflas etmiş çoktan). Bir de yiğit geçinen üç-beş kişi saçak altlarında bağırıyor. Konum bu.
Bu konumun bir köşesinden bir insan çıkıyor. Yürüyor. İklim koşullarına aldırmadan kendi kafasında kurduğu yapıya dayanarak, yürüyor. Parababaları ya da saçakaltı yiğitleri gibi bir kentte bir kasabada değil bu kasabadan o kente, o kentten bu kente durmadan yürüyor. Kasabadan çıkıp ilk adımını atmaya başlayınca herkes deli diye bakıyordu. Bir kente gelince parababaları bu göçmene, aralarına karışan bu yabancıya ters ters baktılar. O aldırmadan yürüyor. Çevresiyle cenkleşmiyor, kafasındaki yapıya ulaşmaya çalışıyor o. Çevre, gülücükler dağıtılacak bir coğrafyadır onun için. Öteki kentte evlerin pencerelerine doluşuyor insanlar onu görmek için. Varacağı bir başka kent haberi önceden almıştır. Kente girmeden bir kalabalıkça karşılanır. Ardına bir kalabalık takılır. Gide gide büyür kalabalık. Artık herkesler onu konuşur, herşeyler ondan sözetmeye başlar: Radyo, televizyon, gazeteler, filmler.
Bu yürüyüş içindeki yapıya ulaşıncaya dek sürer.
Kurulmuş bir düştür bu ya, böyle bir konumda yaşadığımızı düşünmez miyiz ara-sıra? Bastığımız her yer çamur değil mi? Bulunduğumuz yerde akşam gezintilerine çıkın: Kaç kişi göreceksiniz sokaklarda? Bu kadar insan evlerinde ne yapar? Kıyametin kopmasını mı bekliyoruz yoksa tümümüz bilinçsizce? Olan bitenlerden sancılanıp kahkahasını bıçak gibi kesen, masaya yumruğunu vurup sokaklarda delice koşan ya da büyük bir öfkeyle büyük bir düşünceyle dolaşan, sigara üstüne sigara yakan insanlara rastlıyor musunuz sokaklarda? Böyle insanlar görmüyorsak ne var yapılacak?
Nuri Pakdil Biat II adlı kitabının 12. sayfasında şöyle der: “Kişinin de en büyük yanı, kendi kendini kuran yanı direnebilmesidir.” Bu direniş ağır bir yüktür, taşınması yiğitlik ister. Uzun boylu düşünmeler ister, hırslı okumalar ister. Hele hele alçak gönüllü yargılar ister, yumuşaklık ister. Ama yerinde kullanılan bir savaşçı bir eylemci bilenmişliği de ister.
Sorumluluk, dünyanın ortasına gerilmiş Sırat Köprüsü gibi duruyor. Dengeli, ölçülü yavaş ama tutarlı adımlar istiyor bu yol. “Umutsuzluğun Öte Kıyısında” bizi bekleyen şeylere ancak bu ince, nazik köprüden geçmekle ulaşılır, unutmayalım. Sirklerde ip cambazlarını görünce bunları düşünürüm hep: Sorumluluğumuzun gereklerini yapmayı, bunun en iyi nasıl yapılacağını. Kuşkusuz “İnsana taşıyacağından fazla yük yüklenmemiştir.” Ama bir yük yüklenmiştir ve bu yükün taşınması gerekiyor.
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |