Edebiyat Dergisi
Yayınları
7817. Gösterim
Yedi İklim Dergisi, Sayı: 58, Ocak 1995
Öyle vereceksin ki verdiğinde:
Sanmalıdır her kes, senin;
düşmanı olduğunu verdiğinin.
(Şâir Mütenebbî)
Bizde “aydın” deyince; hep masa başında oturan ve başkalarına direktifler yağdırarak eleştiriler yöneten, toplumdan uzak ve kendi doğrularını kendisi tespit edip başkalarının doğrularına hiç itibâr etmeyen kendini beğenmiş insan gelir akla. Bürokrasimiz de hep bu “ aydın” imajı üzerine kurulmuştur. Hele batılılaşma mâcerâmızın başladığı günlerden bu yana aydınımız, ne ekin ekmiştir, ne de biçmiştir. Kelimenin her iki anlamıyla da -tarımsal ve entellektuel- bizim aydınımız ekmek nedir bilmez. Onun luğatlarında karşılıksız, “hasbeten li’Lâh” ekin ekmenin ise hiç mi hiç yeri yoktur. Sürekli geçmişin birikimini tüketen mîrâsyediler gibi keseden yemeyi bir meziyyet bilmiştir.
Çok partili dönemle birlikte ortaya çıkan serbesti ortamında ülkemizde yeniden filizlenmeye başlayan İslâmî düşünce ve hareket; ellili yılları daha çok bazı temel kurumların kurulması ve kaybedilen geçmiş değerlerin toparlanmasıyla geçirdi. Altmışlı yılların ortalarından itibâren kültürlüleşme, bilinçlenme, ve aydınlanma süreci başladı. Seksenli yılların ortalarından beri de bilimselleşme, uzmanlaşma ve enetellektüelleşme sürecini yaşamaktadır. Bunun arkasından gerçek diriliş gelecektir. Öyle görülüyor ki; daha bugünden ülkemizin entellektüel hayatında ağırlığını gösteren islâmî düşünce, önümüzdeki yıllarda ülkemizin geleceğini belirleyici biricik akım haline gelecektir. Ve işte o zaman sun’î olarak açılan arklarla başka başka yerlere akıtılmak istenen nehir; tabîî mecrâsına dönecek ve ülkemizin, bize bağlı olarak ta bütün İslâm dünyasının -hattâ ümîd ederiz ki (bir zamanlar olduğu gibi) bütün dünyanın- kaderi değişecektir. Büyük şâirimizin dediği gibi:
“Yarın elbet bizim, elbet bizimdir.
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir.”
Yaklaşık elli yıllık bu zaman diliminde, başta Sebîlü’r-Reşâd olmak üzere, Büyük Doğu ve Diriliş gibi dergiler etrâfında kümelenen bir yığın aydın, özlenen ğâyeye ulaşmak ve bu sürecin sağlıklı olarak gelişebilmesi için büyük çaba sarfettiler. Belki birgün pekçoğunun adını dahî unuttuğumuz bu neslin destânı yazılırsa geçirilen tecrübenin detayları üzerinde ince tahlîller ve değerlendirmeler yapılır. O günler de elbet gelecektir.
Burada isimlerini sayamayacağımız bu pekçok sayıda insan arasından benim tanıdığım üç kişi var ki farklı alanlarda ve düzeylerde kendilerini; inandıkları ğâye için vermek, sürekli vermekle görveli bildiler:
Bunlardan birisi, Nuri Ağabey’dir. O, kelimenin tam anlamıyla Allah rızâsı için ekin ekme erdeminin sırrını yakalamış ve bu uğurda ömrünü seve seve fedâ etmenin aydın olmanın kaçınılmaz gereği olduğunu ispatlamış birisidir. O, dünyalıların çok çok değer verdikleri paraya, pula, makâme ve mevkie tekme atmayı başarmış ve sûfîlerin “terk-i terk” dedikleri o erişilmesi güç mertebeye doğru yol almış modern bir sûfî, bir kültür ve san’at adamı olarak felsefesini sürekli vermek ilkesi üzerine kurmaya çalışmıştır. Altımşlı yılların ortalarından itibâren kendine merkez seçtiği Ankara’da âdetâ fransızların ünlü Larousse müesseseninin kurucusu Pierre Larousse’un kurumuna amblem olarak seçtiği atasözünde olduğu gibi “esen her rüzgâra doğru serpmeyi ve saçmayı” bir meziyyet bilmiştir. Kendisi değil ama bu toplum, onun esen her rüzgârla birlikte ektiği tohumların meyvesini bu gün toplamaya başlamıştır. Onun bu özverili tavrından etkilenen birçok genç aydın, kendisini onun açtığı çığırdan düşünce ve san’ata vermiştir.
Yine aynı yıllarda önce Ankara’da, sonra İstanbul’da Muhammedî şuûra sahip bir nesil yetiştirmek için kollarını sıvayan rahmetli Fethi Ağabey de bir misyoner edâsıyla geceyi gündüze katarak insanları belirli bir ideale doğru yönlendirmeye çalıştı. Onun baştan ayağa ihlâs olan çabaları bugün meyvelerini veriyor ve ülkede genç ve idealist bir aydınlar akademisyenler topluluğu yetişiyor. O da hep verdi, sağlığına kadar her şeyini verdi.
Üçüncü kişi ise; loş bir pasajın içindeki kendisinden ve kalfasından başka ençok üç kişinin sığabileceği küçücük bir saatçı dükkânında, hergün yüzlerce gence ve her düzeyden insana karşılıksız hizmet vermeyi ma’nevî bir görev bilen Mûsâ Ağabey’dir. Yıllarca saatını tamîr ettirmeye gelen insanların zihinlerinde uyandırdığı çok önemli istifhâmlarla daha çok kafalarını tamir etmeye çalışan Mûsâ Çağıl, kalın camlı sararmış gözlüklerinin ardından hafif ve sakin bir sesle biteviye mırıldanarak bir bardak çay ikrâm ettiği insanları şartlanmışlığın her türlüsünden kurtarmak için ustaca mücâdele verirdi. Böylece o pasajın karanlık koridorları, tıpkı Paris’teki Cartier Latin’in daracık sokakları gibi her türden fikrin tartışıldığı bir mekâna dönüşüyordu. Ankara’ya her gittiğimde uğradığım bu küçücük dükkandan çıkarken, havanın birden bire nasıl karardığını bir türlü anlayamazdım. Zaman orada çok çabuk geçerdi.
Muhtelif tarlalarda aynı ekini eken bu üç insan genç bir neslin gündelik olayların ve politikanın hây u hûy’u içerisinde hebâ olup gitmelerini önlemeye ve onları sağlıklı bir düşünce sistemine kavuşturmaya çalıştılar. Ben, o ikisini Nuri Ağabey vâsıtasıyla tanıdım. Nuri Ağabey’i ise sıcak bir Mayıs günü Maraş’ta tanıdım. Henüz Kahraman Maraş olmamıştı o sıralarda. Oldum olasıya anlayamamışımdır ya ben, yer adlarının niçin değiştirildiğini veya başına sonuna neden ekler getirildiğini? Ahî Mes’ûd’un Etimesgut, el-Azîz’in Elazığ, Diyâr Bekir’in Diyarbakır olmasıyla toplumun na kazandığını, tarihsel kopukluktan başka?
Bilmiyorum 1 Mayıs mıydı, yoksa 27 Mayıs mıydı? O zamanlar Mayıs ayında daha çok bayram vardı. Çok basık ve sıkıcı bir havada, Haftalık Büyük Doğu’yu almak üzere İmam Hatip Okulu’ndan Belediye meydanına doğru inen yolun boğazkesen caddesiyle kesiştiği yerde, PTT binâsının tam karşı köşesinde bulunan Kitapçı Şeref’in dükkânına uğramıştım. Kasanın arkasında oturan saçı özenle taranmış, dükkân sahibinin itibâr ettiği anlaşılan bir zât, buraya gelen insanların kültürel kimliğini tespit etmekle görevli dikkatli bir memur edâsıyla dergiyi uzattıktan sonra neden Büyük Doğu okuduğumu sordu. Ne cevap verdiğimi iyi hatırlamıyorum ama ayaküsütnde uzun bir sorgulamadan geçtiğimi hiç unutmam. Gerek tavrındaki incelik ve nezâket ile, gerekse zengin bir kültür birikimiyle beni âdetâ kendine bağlayan bu kişinin Enerji Bakanlığı’nda görevli bir Hukukçu olduğunu öğrendim. O günkü bayram tatîlini fırsat bilerek -artık pek bıktırıcı olmaya başlamış olan kutlama şölenleriyle vakit geçirmenin anlamsızlığını vurguladıktan sonra- o günlerde yeni yayınlanmış olan Necip Fâzıl’ın “Büyük Kapı” isimli eserini okumanın daha faydalı olacağını söyleyerek kitabı elime verdi ve ertesi gün buluşup kitap üzerinde tartışmak üzere ayrıldık. Ben, henüz Ortaokul 3. sınıfta bir çocuktum, o ise üniversiteyi çoktan bitirmiş yüksek dereceden bir bürokrattı. Çok sonra öğrenecektim onun önemli bir yazar ve düşünür olduğunu. Ben, o akşam kitabı bir yudum suyu içer gibi okudum. Ertesi gün iâde için götürdüğümde, benimle bir ayrı ilgilenmeye başladı. Ve arkasından romanların okunması geldi. Puşkin, İvo Andriç, Tolstoy vs. Ama en çok ta Dostoyevski. Daha sonra uzun yıllar bir mürşid edâsıyla izledi neler okumam gerektiğini. Yazdığı mektuplarla takip ediyordu bunu. Onbeş yirmi gün sürdüğünü hatırladığım bu kısa tatîli boyunca, edebiyattan san’ata, yabancı dilden dine ve kültüre değin muhtelif konularda uzun sohbetler yaptı. Son derece ciddî ve tutarlı konuşuyordu. Sürekli düşünüyor ve bölgesel, hattâ ulusal olmaktan öteye evrensel olmaya çalışıyor ve çevresindekilere de bunu tavsiye ediyordu. Kısacası benim o güne değin tanıdığım türden insanlardan farklı, çok farklı bir tavrı ve üslûbu vardı.
Ben, uzunca bir süre Urfa ve Diyarbakır medreselerinde öğrenim gördükten sonra Maraş İmam Hatip Okulu’na gelmiştim. Burada medresede öğrendiklerimden apayrı bir eğitimden geçiyordum. İyi bildiğim bazı konuların yanısıra hiç âşinâsı olmadığım yepyeni konular sanki beni büyülüyordu. Bu eğitim tarzı bende büyük değişimlere sebep oldu. Çunkü ben de artık öğrendiğim şeylerin yalnız dinî gerçeklik olarak değil, aynı zamanda yaşanan gerçeklik olduğunu görüyor, herkesin kullandığı ortak dili kullanıyordum. En azından güncel olaylara pratik çözümler buldukça yeni bir keşifle karşılaşmış gibi oluyor ve modern bilimlerin o zamana kadar benim için esrârengîz olan sonuçları hayretle birlikte zihnimi alt-üst ediyordu. Bu rûh hâletimi düşününce, daha iyi anlıyorum Hoca Tahsîn Efendi’nin Medrese’den yetişmiş gözü kapalı bir genç olarak gittiği Paris’te gördüğü deneysel bilimlere neden hayret dolu gözlerle baktığını. Ve dönüşünde Medrese arkadaşlarını toplayıp o zamanlar “Hevâ-i nesîmî” denilen oksijenin varlığını deneysel olarak ispatlamak üzere havası alınmış bir fânûsun nasıl söndüğünü göstererek: “İşte gerçek ilim budur, işte fen budur” deyişindeki psikolojisini.
Sonra birden bire Mehmed Akif’i keşfettim. Yaz tatilindeydi vaaz ettiğim cami cemâatından bir terzi o yıl aldığı Safahât’ı getirdi ve birlikte okumaya başladık. Safahât’ı ilk okuduğumda çarpılmışa döndüm. Okudum yine okudum. Yanlış hatırlamıyorsam o yıl üç kez baştan sona okudum. Ve o günden bugüne hiç mi hiç değerini yitirmedi Safahât benim gözümde. Sonra bir arkadaşım bana Risâle-i Nûr’ları getirdi. Birkaç yıl boyunca sürekli onları okudum. O sıralarda bir gün Necip Fâzıl “İmân ve Aksiyon” isimli konferansını vermek üzere Maraş’a geldi . Üstâd hepimizi büyülemişti. Bundan sonra Büyük Doğu’yu okumaya başladım. İlkin hiçbir şey anlamıyordum. Sonra birkaç kez okuyunca üstâdın üslûbunu kavramaya başladım. Ve artık Büyük Doğu’nun yeni sayılarını iple çekiyordum. İşte o günlere rastlamıştı Nuri Ağabey’le karşılaşmam.
Onu, Enerji Bakanlığı’ndaki işine dönmek üzere Otogar’da uğurlamaya gittiğimde, önüme yeni bir dünyanın, Modern dünyanın kapılarının açıldığını hisseder gibi oldum. Belki ben, Ortaçağ’ımın son günlerini yaşıyordum. O ise Modern dönemleri çoktan aşmış, ültra modern, ya da günümüzdeki kullanımıyla Post Modern bir yaklaşım içerisindeydi. Ama o günlerde ne Doğu’da, ne de Batı’da Post Modern yaklaşımdan henüz sözeden kimsecikler yoktu.
Bundan sonra ilişkilerimiz aralıksız devâm etti. Yüksek Öğrenim için İstanbul’a gelirken Ankara’da indim, ziyâretine gittim. Beni üçgün evinde müsâfir etti. Pekçok konuları tartıştık, konuştuk. İstanbul’da hemen Fethi Bey’le, Sezâî Bey’le tanışmamı önerdi. Sonra İstanbul’un Müslüman semtlerine kapanıp kalmamamı ve mutlakâ Beyoğlu, Şişli gibi Lövanten ve Avrupâî muhîtlerini gezip görmemi ve Batı tarzı hayatı yakından tanımamı tavsiye etti. Çunkü Müslüman arkadaşların birçoğu bu hayatı tanımıyor ve her şeyi kendi dünyası içinde görüyor diye de ekledi. Ayrıca Fransızca’mı ilerletmemin şart olduğunu ve bu konuda imkân bulursam kurslara devâm etmemi önerdi. Bu arada hep edebiyat diyordu. Edebiyat olmadan hiçbir şey olmaz diyordu. San’at ve Edebiyat ile ilgilenmemi ve mümkün oldukça birşeyler yazmamı tavsiye ediyordu. Ama hep yeni olsun, modern olsun diyordu. Onun söylediklerinin birçoğunu tuttum, Sezâî Bey’le, Fethi Bey’le tanıştım. Beyoğlu’na gittim, Fransızca’mı ilerletmeye çalıştım. Ama bir dediğini tutamadım: Edebiyat’la ilgilenemedim, şiir ve san’ata vakit ayıramadım. Çunkü şiir ve san’at, benim yükselebileceğim ufukların çok üstündeydi. Kendimi yokladım ve buna kâbiliyyetli olmadığımı anladım.
İran devriminin olduğu günlerde Erenköy’e taşınmıştı. Sık sık buluşuyor ve konuşuyorduk. O, heyecândan uçuyor gibiydi. İkimiz birlikte yabancı radyoları dinliyor ve yabancı basında çıkan haberleri birbirimize iletiyorduk. Onun hayatında ençok sevindiği anlar belki de o günlerdi. Çunkü o, sürekli devinimden, gelişimden ve yenilikten yanaydı. Uzun uzadıya Şîî düşünce üzerinde konuşuyorduk. Ben, daha çok klasik düşünce üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştım. O ise benim hâlâ edebiyâta yönelmemde ısrârlıydı. Hattâ Fî Zılâli’l-Kur’ân’ı tercüme ettiğim sıralarda, neden bir Arap Edebiyâtı Antolojisi çevirmediğimi ısrârla soruyor, bunun daha yararlı olacağını söylüyor ve yapmadığım için serzenişlerde bulunuyordu.
Bir gün Realizm ve İdealizm üzerinde tartışıyorduk. Ben, müslümanların bugün felsefî anlamda idealizmden çok realizme muhtâç olduklarını ve İslâm dünyasının gerilemesinde idealizmin büyük payı olduğunu savunuyordum. Kişi bazında olsuun, toplum bazında olsun realizme dayanmayan, bir başka deyişle realizmin üzerinden aşmayan idealizmin sakıncalı olduğunu düşünüyor ve hayâller dünyasında gezinmememeliyiz, gerçekçi olmalıyız, ayağımızı katı toprağa basmalıyız diyordum. O ise biz nasıl gerçekçi olabiliriz? Dünya ayağımızın altından kayıyor, insanlık yıkılıyor diyordu. Bize gerçekçi ol, ayağını toprağa bas demek, içinde yaşadığımız dünyamızı yok etmek demektir diyordu. O, bir san’atçıydı varlığı ve eşyâyı hep san’atçı gözüyle görmek zorundaydı. Bu ister istemez kendisini felsefî anlamda idealist olmak zorunda bırakıyordu. Ben ise olguları olduğu gibi görmenin, soğuk gerçeklerle yüzyüze gelmenin ön şart olduğunu, sonra kendi hayâl dünyamızda bunu istediğimiz gibi yorumlayabileceğimizi düşünüyordum.
Sonra kendi iç dünyasına çekildi ve insanlarla alâkasını kesti. Belki de bu, İmâm Ğazzâlî gibi, Descartes gibi birçok büyük düşünürde karşılaştığımız türden bir içe dönüş merhalesiydi. Umarız ki bütün büyük düşünürler gibi o da birgün tekrâr topluma dönecek ve herkesi kucaklayacaktır. Nuri Pakdil; her ânı ve bütün ğâyesi; düşünce, kültür, san’at olarak kendi ideal dünyası içerisinde yekpâre zamanı dolu dolu yaşayan ve her kese, her şeye rağmen bundan sonsuz haz ve mutluluklar duyan, deyim yerindeyse kelimenin tam anlamıyla “Modern ötesi” gerçek bir aydındır.
![]() |
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |