Edebiyat Dergisi
Yayınları
9063. Gösterim
Hece Dergisi, Sayı: 2, Şubat 1997
“İstanbul’umuzla başedecek kente heryerde rastlanmaz.” Nuri Pakdil
Defalarca yolumuzun düştüğü; rüzgârın olmadık zamanlarda sürükleyip kıyısında bıraktığı bu kentten, payınıza ne düştü?
İlk gidiş ilk aşk gibi bir şey miydi?
Bırakıldığınız kıyıdan başınızı doğrultamadan öylece kalakaldınız. Kentin kendini savunan görünmez zırhını delemediniz. Aslında bir kent olanca gücüyle savunmalıdır kendini. İstanbul, kendini alabildiğine savunmasıyla ünlüdür tarihte. Şimdilerde savunma alanlarında gedikler açılmasına rağmen, yine de savunur kendini. Zaten kendini savunmayan; kolayca eleveren kentleri hafifmeşrep bulmuşsunuzdur daima. İnsanın da hası kendini iyi savunan ve kolay kolay elevermeyen değil midir?
Daha ilk gidişte, sokakların hayhuyunda ve karmaşıklığında kaybolmaya aday bir taşralıyı bekleyen sonla karşılaşmamak için, siz de çok temkinliydiniz.
Kentlerin size dönük oklarını bertaraf etmek için yeterince donanımlı olmalısınız. Zırhlarınızı kuşanmalı, karşı saldırı silâhlarını hep yanınızda bulundurmalısınız.
Kendinize şu soruları sormalısınız hep: Bu kent tekin mi değil mi? Bana verecekleri karşılığında benden neler isteyecek? Bu alış verişten kim kârlı çıkacak? Bir dahaki gelişlerinizde kapılarını size açacak mı?
İlk kez 81’in yaz aylarında tanıdığınız bu kent, kendisinden bekleneni yapmış; olanca gücüyle savunmuştu kendini. İlk gençlik aşkları gibi tutulmuştunuz ona. Uzun yıllar sürecek bir başlangıca ilk adımınızı böylece attınız.
Nuri Pakdil Bir Yazarın Notları adlı kitaplarında altından girer üstünden çıkar İstanbul’un.
Uslanmaz bir İstanbul âşığıdır yazar. Sizin üniversite sınavına girmek üzere geldiğinizde tanıdığınız İstanbul’u, yazar daha çocukluğunda tanımıştır. Kırklı yılların başında anne ve babasının sağlık sorunları nedeniyle gelir ilk kez İstanbul’a.
Çocuğun İstanbul’la ilgili ilk anımsadığı şey Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkan yokuştur. O yıllar Cağaloğlu basın ve yayın dünyasının merkezidir. Bâb-ı Âli’dir. Yazar İstanbul’da durmadan otelden kaçtığını; Cağaloğlu’nda kitapçıların önünde durup burdan gelip gelip geçen herkesi yazar olarak düşündüğünü anlatır.
Haydarpaşa Garı’nı, Karaköy’den Kadıköy’e geçerken, vapurun uğradığında tanıdınız ilk kez Binanın İstanbul’a, Sarayburnu’na bakan kapısı ve merdivenlerinde nice Anadolu insanının ayakizleri birbirine karışmıştı. Nice Anadolu insanının kaygılı yüzlerine umudun başlangıç kaydını düşmüştü. Kapının arka yüzünden Anadolu’ya (bir zamanlar Bağdat’a kadar) akıp giden raylar ise hep tersine işlemiş, binlerce Anadolu insanını getirip bırakmıştı kentin ortasına. Haydarpaşa Garı’nda trenden inip vapura binen kara saçlı ve buğday yanığı yüzleriyle bozkır insanları görmüştünüz o zaman.
Yazar büyük olasılıkla trenle geldiği Haydarpaşa Garı’nda gece kalabalığını yaşamış ve bu ilk izlenim daha sonraki izlenimlerini hiç mi hiç değiştirmemiştir. İstanbul’a gelişlerinde kaldıkları Musul Palas Oteli ise bir büyü ve şiirdir. “Çok otellerde kaldım ben; hiçbirinde o ılımanlığı bulamadım.” der yazar.
Topluluğa katılmak için Hocapaşa Camii’ne giden babasıyla birlikte o da gider. Sokaktan geçen insanların birbirlerini selamlamasına anlam verememiştir. Sanki herkesin birbirleriyle tanıştığı ve dost olduğunu hissettirmiştir bu esenlemeler. Babası : “Tanışmak gerekmez ki... herkesin birbirini esenlemesi ilke ya” demiştir oğluna. Herkesin birbirlerini esenlemesi bir ilkedir. Unuttuğumuz, gündem dışına ittiğimiz bir ilke.
Sirkeci ise bir bakıma tüm Anadoluluların İstanbul’udur. Eski Galata Köprüsü’nün altındaki Erzurum Çayevi’nin hasır iskemlesinde içtiğiniz çaylardan sonra, Yeni Cami önünde güvercinlere karışır; kalabalığın akıntısına kapılıp kendinizi Mısırçarşısı’nın binbir çeşit baharat kokuları arasında bulursunuz. Daha sonraki gidişlerinizde boşyere arar durursunuz Erzurum Çayevi’ni.
Sirkeci’de Notlar’daki çocukla dolaşalım bir de:
“Sabahları ışırdı adeta Sirkeci; güvercin sesleri; yukarıdan aşağıya doğru inen gazete satıcısı çocukların heyecanları tramvay çınlamalarına karışan vapur düdükleri; içlerine kapanık taşralıların otellerden çıkarak, inançlı, ama çekingen tavırlarla yürüyüşleri, işlerine koşuşturmaları; sütçülerden, muhallebicilerden yayılan tatlı, az yanık süt kokusu; dingin İstanbul’u simgelerdi.”
Tüm insanlara olduğu gibi size de çok ketum davranan bu kent aslında başlı başına bir mistiktir. İstanbul’un mistisizmini çözmeden giremezsiniz bu kente. Sizi İstanbul’u sevmeye mecbur eden; âdeta zorlayan da bu yanı değil midir? Kutlu topraklardan atlarına atlayıp gelen güzel adamların açtığı izden; Semerkant, Horasan ve Buhara’dan kalkıp Anadolu topraklarını karış karış bizim yaptıktan sonra, bu kenti de hanemize kaydeden öncülere saygılarınızı sunarsınız.
Çocukluğun İstanbul’u gerilerde kalmıştır artık. “İstanbul; sağı, solu, önü, arkası, altı, üstü deri kaplı bir ‘mistik’tir.” İstanbul bizim olduktan sonra bu deri artık geyik derisidir.
Notlar’da İstanbul en çok da Sultanahmet ve Ayasofya’dır. Bunlarsız İstanbul belki de İstanbul olmazdı. Birbakıma camidir İstanbul’un silüeti. Bu kent bizim olduktan sonra Ayasofya’dan başlayarak camilerle donatılmıştır. Kent gökkubbenin altında duruyor öylece. Hava ne denli sıcak olursa olsun kendinizi bir caminin avlusuna attınız mı, her yanınızı bir serinlik kaplar. Şadırvanlardan akan su sesine karışır güvercin kanatlarının sesi. 1453’te bizim olmuştu Ayasofya, işte o gün “Ağlayan çocuğun gülmeye başlamasıydı da 1453’ün Ayasofya’ya eklediği hilâl: pas’ın insanı müteessir etmeden, üzerinden alınmasıydı insanının + temiz ve masum dölyatağından doğan güneş alçakgönüllüce ve elbette çok bilgece ısıtıyordu artık Ayasofya’nın kubbesini 1453’te!”
İki ebedî arkadaştır Sultanahmet ve Ayasofya ve iki delikanlıdır. “Bir annenin memelerine ağızlarını vermiş iki delikanlı!”
Yaşlı Ayasofya’nın yanına sonradan gelmiş Sultan Ahmet gençleştirmiştir Ayasofya’yı da. Aradaki yaş farkı kapanmış; aynı kaynaktan beslenmeye başlamışlardır her ikisi de. Yüzyıllardır insanı da beslemişlerdir.
Yazar kentin hangi yanında olursa olsun İstanbul’un merkezine bu iki camiyi almaktadır. Sanki herşey Sultanahmet ve Ayasofya’ya doğru çekilmekte; insan seli de o yana doğru akmaktadır.
Vapurla karşıdan karşıya geçerken Sarayburnu’nun yukarılarından, yani bu iki camiden gözlerini alamaz bir türlü. Üsküdar’a vapurdan iner inmez hemen : “Bakalım mı karşıya? Tabiî, şimdi karşımızda. Salt saygı sunmak nedir ki; bağlılığımı sunarım Sultanahmet Cami... Ayasofya Cami, pazulu kollarını gererek yay gibi, bir uzatmış ki yukarlara! Marmara’yı bulan damarlarıyla da, toprağa ne güçlü tutunmuştur Bayım!: ben camiîyim diyor, başka birşey değilim: varoluşumu devingenlikle kanıtlamıştım; böyle kıpırtısızlık yakışır mı bana?”
Bu iki caminin yanında Yenicami, El-Aksâ Cami’nin son cemaat mahalli; Süleymaniye Cami ise ‘onurumuz + şahdamarımızdır’. Notlarda : “Mimar Sinan: Tek başına bile yetersin bize” diye bir selâm gönderilir Sinan Usta’ya. Çünkü : “Süleymaniye’nin kubbesi ve minareleri zikir esintileriyle havalanıyor ufukta tam donatımlı bir savaş uçağına dönüşüyor ama yine de camii kalıyor ve bu yönüyle batıya yönelmiş azametli ilerliyordu.”
Yazara göre Beyoğlu beyleri kalmamış oymakların son dolaşmalarıdır. Taksim alanı ise bir ıssızlıktır. Tüm kentlerin alanlarında yaşarız bu ıssızlığı : “İnsan orada toplanacağına, bir bir dağılmaktadır.”
İnsanların bir gün evrensel çağrıya kulak asıp toplanacakları yerde dağıldıkları bu alanların ıssızlıklarını bitirmeleri gerekir; son toplanma yerine alın akıyla çıkabilmek için.
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |