Edebiyat Dergisi
Yayınları
7639. Gösterim
Yedi İklim Dergisi, Sayı: 58, Ocak 1995
Yıl 1968: Fransa’da başlayan öğrenci eylemlerin bir özgülük, başkaldırı, değişim ve araşıy eylemleri olarak tüm dünyada yankısını bulduğu bir zamandır. Bu rüzgarın Türkiye’de de esintileri duyulmuştur o yıllarda. Üniversitelerdeki öğrenci eylemleri, Taksim’deki kanlı pazar olayı, toplumda birike birike taşınamayacak boyutlara ulaşan baskıya karşı duyulan tepkiler olmuştur bir bakıma. Yurdun çeşitli yerlerinde konuşmalar, toplantılar, yürüyüşler birbirini izlemeye başlamıştır. Bunlar, duyguları, düşünceleri uzun süre baskı altında kalmış bizim toplumumuzda yaşama anlam katan yeni heyecanlar, yeni tatlardı.
Ben daha 12 yaşında bir ortaokul öğrencisiydim o yıllarda. Bir yürüyüşte yumruğumu havaya kaldırıp ‘Müslüman Türkiye’ diye bağırarak yürüdüğümde dedemin, babamın ve benim onyıllardır biriken acılarını tüm egemen güçlere karşı açıkça haykıran biri olarak sokaklarda muzaffer bir savaşçı gibi hissediyordum kendimi. O gün için bu tür toplantı ve yürüyüşlerde marksist olmayanların dışında ki hemen hemen herkes aynı çatı altında yürüyebiliyordu. Yurdun çeşitli yerlerinde kominizmle mücadele dernekleri vardı bu tür örgütlenmelere öncülük eden. Batı, kendi türevi olan bir sistemi korku haline dönüştürüp, toplumumuzun belleğine o denli yerleştirmişti ki bir dudağı gökte bir dudağı yerde ve iri dişleriyle bizi parçalamaya hazırlanan bir canavardı: Komunizm. Savaşmalıydık canavarla. Batı, bu konuda bizi koruyacaktı. Batı, bizimleydi. Daha yakın zamanlara kadar geniş halk kitleleri komunizm denince zihninde oluşan tablo şuydu; isteyen kişinin bir eve girip kapıya şapkasını asınca aile reisi kendi evine giremiyordu. Aile kavramı yoktu. Oysa bugün baktığımızda Batı’da aile kavramı Sovyet Rusya’dan çok daha bozuk durumda. 23 Şubat 1993 tarihli Milliyet’teki bir haberde şöyle deniyordu: “Avrupa’da aile bitti”. “Bugün Almanya’da her üç kişiden biri yalnız yaşıyor. Her üç evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor. Dört çocuktan biri annesiz ya da babasız büyüyor. 2050 yılında kentlerin tek kişilik dairelerden oluşan gökdelenlerle dolacağı, yuvaların yetersiz çocuk sayısı nedeniyle kapanacağı tahmin ediliyor.” Bu gerçeği Batı o zaman da görüyordu ama biz görmüyorduk. Bize sunulan ve resmi ideolojinin de desteklediği düşünce buydu. Varlığını sürdürebilmenin tek koşulu, halkın gücünü hedef saptırarak yapay düşmanlara yöneltmekten geçiyordu. Bugün de, ‘Tarihin sonu ya da Postmodernizm’ kavramlarıyla desteklenip yeni bir din gibi bize sunulmaya çalışılan liberalizm yine aynı mantığın uzantısı değil mi? Batı elindeki gücü kaptırmak istemiyor. Ama Batı aynı zamanda için için tükeniyor da. Belki de tüm çabası tükenişi erteleyebilmek olabildiğince. Toplumları yanlış üzerinde uzun süre tutabilmenin olanağı yoktur. Çünkü insanoğlu yaratılışıyla birlikte getirdiği inanma gereğini uzun süre kendinden uzak tutamaz. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur.
Bizim uygarlığımızın yıkılışı sanat edebiyat ve kültür taarruzuyla hızlanmış, yıkılıştan sonra da aynı taarruz baskıyla desteklenerek, halk adeta abluka altına alınıp müslüman kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Yıkım büyük oldu kuşkusuz. Ne ki, direnç çiçekleri de hep açmayı sürdürmedi mi?
1969’ların böylesi karmaşık ortamında seçimini sanat ve edebiyattan yana yapmış yeni bir solukla, yeni bir yaklaşım ve söyleyişle ‘Edebiyat Dergisi’ çıkıyordu Nuri Pakdil’in öncülüğünde.
İnsanı konu alan değişik bilim dalları vardır. Psikoloji, sosyoyoji vs. Hepsi de insanın değişik yönlerini inceler. Bu bilim dallarının birbirleriyle çeliştiği noktalar da olabiliyor. Oysa edebiyat, tüm bu bilim dallarının inceleme alanlarını da içine alan, insanı bir bütün olarak tüm yönleriyle inceleyen bilimüstü evrensel bir kurumdur. Öyleyse seçimimizi önce edebiyattan yana yapmalıyız. Edebiyatın dili evernseldir. Öteki bilim dalları konusunda uzman bilim adamları insana bakış konusunda başka bilim dallarını yanlış hatta bazen yok sayabaliyorken edebiyat insan gerçeğine ulaşmada tek bir dil kullanıyor. Bu dil de insanın bizzat kendisi. İnsanın varoluş gerçeği insanın kendisinde saklı. Bu gerçeği aramada verilen savaşım insanoğlunun yaratılışından beri şeytanla Peygamberler ve onları izyelenler arasında sürüp giden bir serüvendir. Bu savaşım, kıyamete kadar da sürüp gidecektir. İnsanın tek bir görevi var yeryüzünde: Yitiğini aramak. Bu yitik insanın varoluş gerçeğidir: İnsanoğlu kendi yitiğini bulacaktır ergeç. Bundan önce Peygamberler gelerek yardımcı olmuşlardır insanoğluna, ancak bundan sonra O’nlar gelmeyecektir. Çünkü insanoğlu, yeni bir Önderi gereksinmeyecek denli deneyim sahibi oldu ve din tamamlandı. İnsanoğlu deney alanına giren fizikte aklın sınırlarına ulaşmıştır artık. Bu noktadan sonra dönüp dolaşsa da geri dönecektir metafiziğe. Başka seçeneği yoktur çünkü. Bu seçeneksizlik eninde sonunda insanın özünden asla dışlayamadığı Tanrı gerçeğine ulaştıracaktır onu. İşte edebiyata yüklememiz gereken işlev. İnsanı Tanrı gerçeğine ulaştırmada önünü tıkayan yolları açmak olmalıdır. İnsanın iç evrenine bakabilme gereği duyumsatmak ve insanı olgunluğa ulaştırma uğraşı olmalıdır. Hangi büyük edebiyatçıyı incelersek inceleyelim insanı iç ve dış evreniyle birlikte ele almaya çalıştığını görürüz. Günümüzdeki insanı belki bir çok yıkımı birlikte getiren teknolojinin de yardımıyla fizik çerçevesinden çıkarıp bütünüyle ele almak gerekiyor.
Nuri Pakdil ve arkadaşlarının Edebiyata yüklediği işlev buydu ve bunu topluma benimsetmek kuşkusuz zordu. Bu uzun, ince ve dikenli bir yoldu.
Nuri Pakdil’in, yaşamıyle, tavırlarıyle ve yazdıklarıyle başat tuttuğu ideolojiydi kuşkusuz. Ancak, o sanatın da edebiyatın da evrensel dilini kullanırken bizim algıladığımız bir ölçü vardı: Düşünsel yaşamımızda yüzde yüz ideolojik ama sanatsal yaşamımızda yüzde 49 ideoloji yüzde 51 sanat ağırlıklı bir almamızdı. Bu aynı zamanda sanatın evrensel ve yansız olması gerçeğiyle de örtüşen bir durumdu. Biz bu ölçüyü kendi içimizde irdelediğimizde şu yargıya varıyorduk: İnsanların ima ettikleriyle, çok masumane ve tümüyle kendi zihninde olup bitenlerle bile yargılandığı tutuklandığı tam bir ateş hattından geçiyorduk. Bu hatta kendimizi bir avuç savaşçı gibi gören bizler yara almamalıydık, yitik vermemeliydik. İdeolojik birlikteliğimizin buna dayanma gücü yoktu. Bizler toplumun daralan ufku önüne yığılan curufatı temizlemek, toplum bilinci üstündeki kirli sisi kaldırmak ve insanımızın bize ait olan bir uygarlık içindeki yanlış konumuna aydınlık bir bakış kazandırmak üzere görev almış kimselerdik. Kimse vermemişti bu görevi bize. Ama biz bu göreve talip olmuştuk. Buna birilerinin talip olması gerekiyordu çünkü. Ulusumuz 70 yıldır sırtında taşıdığı bu günah yükünü daha fazla taşıyamazdı, taşımamalıydı. Biz bu ateş hattında sanat edebiyat gibi yansız bir silahı, kimsenin kanını akıtmadan kullanarak uyuyan toplum dinamiklerini canlandırmayı amaçlıyorduk. İdeolojik yaklaşım sağlam bir bilince dayandırılmamışsa bağnaz bir kamplaşmayı getirirdi. Oysa edebiyatın kendisi bizzat yansızdı. Bu yansız gücü nasıl kullanıp da toplumun önünü açmak gerekiyordu? İşte bunun formülü yüzde 49-51 yaklaşımıydı. Biz buna yürekten inanıyorduk. Toplumun 1960’lardan sonra giderek yüksek sesle soru sormaya başlaması, kendisiyle ve geçmiş yüz yılıyla hesaplaşmaya, en azından zihni planda bunun sorgulamasını yapmaya başlaması deniz altındaki dalgalar gibiydi. Kıpırdanmaya başlamıştı toplum katmanları. Kuşkusuz bu dalgalanma organize ve belli bir hedef seçiminden çok kendiliğindendi. Ancak bu dalgalanmanın net bir soruya dönüşmesi gerekiyordu aydın kesimde. Bu soru, hiç kuşkusuz şoktan kurtulmuş bir insanın ilk sorusu gibi yaşamsal ve net olmalıydı. Soruya verilecek yanıt ise inanmış bir insanın inanıcıyla direk bağlantılı ve net olmak zorundaydı. Oysa edebiyat dolaylı ve süreci gerektiren bir yanıt verir. Bizim o dönemde zorlandığımız konu ideolojik ağırlığı sanatsal ağırlığın gerisinde tutmuş olmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek. Gerekli olan buydu, ama toplum buna hazır değildi daha. Ne var ki, toplumu buna hazırlamak da yine edebiyatın görevi değil miydi? Toplum gözünde bizim yaptığımız, kan, acı, haksızlıklar ortasında remantik aşk şiirleri yazan bir insanın konumuna benziyordu. Ne var ki sanat edebiyat, sanatçı edebiyatçı toplumun ilerisinde olmak zorundadır. İtalyan Türkolog Prof. Anna Masala bu gerçeği anlamış olmalı ki, Edebiyat’ın yönetimevinde Nuri Pakdil’e ‘insanlar sizi ikibin yılından sonra anlayacak’ diyordu. Ben geçen bu on onbeş yıl içinde bu gerçeği çok net bir bir biçimde algılayabiliyor ve bu sürecin nasıl işlediğini gözlemleyebiliyorum. O dönemlerde, aydın çevresi dediğimiz kimseler için bile havada kalan ve Edebiyat’ın ısrarla vurguladığı kimi saptayımların, kimi kavram ve düşüncelerin yaşama geçmesi, geniş halk kitleleri tarafımdan bile bugün daha kolay algılanır hale gelmesinde Edebiyat’ın çok önemli bir payı olduğu gerçeğini kabul etmek gerek. Oysa o zamanlar bize karşı olanlar Batıcı, marksist, kemalist yazarlardan çok toplumun bizden kabul ettiği yazarlar olmuştur. Edebiyatın, Batıcı, marksist, kemalis ve bizden kavramlarının netleşmesinde ve kimin yerinin nerede olduğu konusunda da tartışmasız bir savaşım verdiğini o dönemi izleyenler görecektir. Edebiyat ayrıntıları kaldırmıştır en azından bunun için savaşım vermiştir. Kur’anı olanla olmayan netliğine getirmiştir kavramları ve o kavramların ardındaki düşünce yapısını. Kuşkusuz kümelenme de buna göre olmuştur. Tanrı’nın kitabını mı seçiyorsun yoksa ona karşı olanı mı? Edebiyat Dergisi’nde tüm sorular bu canalıcı noktaya çeker insanı.
Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil üçgeninde Necip Fazıl’ın siyasal savaşımına Seza Karakoç’un düşünsel savaşımı eklenir. Nuri Pakdil ise bu savaşıma sanatsalı ekler. Batı karşısına N. Fazıl daha çok bir Anadolu ruhunu çıkarır. Ona göre ‘Kurtuluş savaşı’ ruhsatı İstanbul’dan alınmış bir Anadolu eylemidir. Ne var ki bu şahlanış bitmemiş, aksine belli bir evreden sonra sindirilmiş, kabuğuna çekilmiş, tavıralışı bir suskunluğa dönüştürmüş bir eylemdir. Bu harekete Anadolu düşüncesini öne alarak işlerlik kazandırmaya çalışır Necip Fazıl. Sezai Karakoç ise Şam, Bağdat, İstanbul hattında bir uygarlık ruhunu canlandırmaya çalışır. İslam uygarlığı bu havzada en canlı ve şanlı evresini yaşamış ve ‘Diriliş’i sağlayacak uygarlık birikimini taşıyan bölge de yine burasıdır. Nuri Pakdil ise bu coğrafi ve ruhsal haritayı daha da boyutlandırarak Moro’dan, Eritre’ye Filistin’den Balkanlar’a ve tüm yeryüzünün ezilmiş halklarına doğru geniş bir alana aktarır. Batı’yı bile Batı’ya karşı insan olma çizgisinde savunur. Bu evrensel bakış açısıyle sanat denen evrenseli birleştirerek ve bunda da özgün ve ödünsüz bir dil kullanarak çıkar ortaya. Düşünsel açıdan Batıcıların saldırısına uğrayan Nuri Pakdil ve Edebiyat dergisi biçimsel ve dil açısından da muhafazakarların saldırısına uğrar. Ama Nuri Pakdil ve çevresi hiç mi hiç ödün vermez. Düşünsel açıdan sola karşı Kur’ani olanı çok çağdaş bir yaklaşımla öneririken aynı savaşımı kendilerini muhafazakar ve sağcı diye adlandıran ya da adlandırılan kesime karşı da vererek kimin nerede bulunduğunu yine Kur’ani kavramlarla yerli yerine oturtur. Sol kesimle girdiği ‘Kapışma’larda bunu net olarak sağcı solcu kavramlarınından ne anlaşılması gerektiğini ortaya koyarken yapar.
Bu bağlamda Edebiyat’ın 12. yıl sayısında yayımlanan bildiri evrensel bir manifesto niteliği taşır. “... Çıkışımızın 12. yıldönümü ülkemize, Afrika’ya, Asya’ya, özellikle ortadoğu’ya, tüm yeryüzüne kutlu olsun.
Yaşasın karşıanamalcı, karşısömürgeci, öğretisel, tarihsel, evrensel, özgürlükçü, ilerici, tekdeğerin ‘emek’ olduğu bilincini harlı bir ateş gibi tüm insanlara duyumsatmayı amaç edinen ışıklı çizgimiz, konumumuz.
Yaşasını yeryüzündeki tüm insanların birlikteliği!”
Bu öyle bir manifestodur ki, içinde yıllardır marksist söylemin edeta bayrağı olmuş kavramlar bizim uygarlığımızın çıkışıyla varolmuş temel kavramlar halini alır. Biz, bize ait bir yitiği bulmuşcasına biraz da ürküyle bu kavramlara bakarız. İşçi, emek, sömürü, empereyalizm canlı bir dil bağlantısıyle insanlara sunulduğunda bizim toplumumuzun her iki kesimi de biraz şaşırarak bakar. Marksistler, sosyalistler, koministler bildirinin içeriğine karşı çıkamazlar ancak, o içeriğin İslami oluşunu benimsemek istemezler, şaşırırlar, kızarlar oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi. O kavramlar yalnızca kendilerine aitmiş gibi bir aidiyet duygusu içinde içerlerler. Nuri Pakdil Kurani bir yaklaşımla tek değerin alınteri olduğu noktasında açık, net ve tartışmasız bir temele oturtur bildiriyi.
Cumhuriyetle birlikte tıpkı halk gibi pasif bir savunmaya çekilen bu kavramlar sahip olunmaktan çıkmış, içeriği boşaltılmış, başka değerler yüklenmeye çalışılmış kavramlardı. Oysa bize aitti bu kavramlar. Marksis söylemin terminalojiye soktuğu kavramlar değildi. Çünkü ondan çok daha önceleri de var olan kavramlardı. Bu açıdan da yepyeni ve canlı bir dille bize ait değerler olarak sunulduğunda İslamcı kesimin birden bire bu yaklaşımı benimsemesi de beklenemezdi. Nitekim Edebiyat Dergisi ve derginin yaklaşımını benimseyen çevreleri İslamcı sosyalistler, uydurukçacılar, modernistler vs. diye nitelendirmek isteyen kimi sağcılar ‘dil mi, din mi’ gibi absurt sorularla bile eleştirmeye kalkıştılar Edebiyat Dergisi’ni Sosyalistler ise İslamcıların sola yaklaşması ya da solun sağı etkilemesi gibi yaklaşımlar içine girdiler. Edebiyat Dergisi yazarları ve özellikle de Nuri Pakdil tartışmalar yaratan ‘Değinmeler’le, son derece yumuşak, mantıklı, çağdaş, açıklık getirici, irdeleyeci ama mutlaka belirleyici ve konuşarak iletişim kurma yaklaşımıyle irdeledi bu konuları. Sözünü ettiğimiz yaklaşım Nuri Pakdil’in yaşam biçimi ve üslubu idi. Bizim toplumumuz için Nuri Pakdil yaklaşımı çok yeniydi. Kur’ana ödünsüz inanan ve yaşama bakışını bu çerçeveye oturtan bir insanın sağcı kesimin hep saldırdığı, şematik yaklaştığı, sloganlarla yaklaştığı konu ve kavramlara sahip çıkıyor ve bu kavramları güncel hale, yaşanır hale getiriyordu. Bu durum bizim insanımızın zihinsel dünyasında çok önemli sarsıntılar oluşturuyordu. Ama şurasının altını çizerek yinelemek zorundayız ki ancak böylesi sarsıntılarla 70 yıllık şoktan, uyuyan, donuk, katı ve yalnızca içsel bir tepki biçiminde oluşabilen savunma ve kabuğuna çekilme evresinden kurtulması olasıydı bu toplumun. Edebiyat ve Nuri Pakdil bu dikenli yolu açıyordu hem karşı cepheyle savaşarak hem de kendi yandaşlarıyle savaşarak.
Nuri Pakdil’in Büyükdoğu düşünce çizgisi içinde ısrarla ve altını kalın çizgilerle çizerek öne çıkardığı yaklaşımlar var. Bu yaklaşımlar daha önceleri de zaman zaman gündeme alınmış ama Nuri Pakdil’de bu, gündemin kendisini oluşturmuş, düşünce dünyasını bu temel yaklaşımlar üstüne oturtmuştur. Sözünü ettiğimiz bu yaklaşımları uygarlığa Bakış, Ortadoğuya bakış, Batıya bakış. İslam Ülkelerine bakış. Kavramlara bakış ve Edebiyat sanata bakış gibi ana başlıklarda toplayabiliriz.
Edebiyat Dergisi çıkmaya başladığı 1969 yılındaki daha ilk sayısında kendini göstermiştirki düşünce dünyamızın Batıyla mutlak bir hesaplaşma içine girmesi kaçınılmazdır. Çünkü kendi kimliğimizi, kişiliğimizi ancak bu hesaplaşma sürecinde yeniden kazanabilir, yeniden kendimiz olabilirdik. Batı’nın, yüzelli yıldır ülkemiz ve ülkemizin büyük ölçüde temsil ettiği uygarlığımız üstünde büyük hesapları ve oyunları olmuştur. Nuri Pakdil ‘Batı Notları’ adlı kitabında “1923 devriminden beri, boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan’ der. Bütün eğitimimiz süresince bize uzak bir yıldızmış gibi ulaşılmaz olarak gösterilmedi mi Batı? Nuri Pakdil bu kitabında Batı’yı yalın bir dille önümüze serer, irdeler, eleştirir, karşılaştırır bizim dünyamızla ve ne denli bizden uzak bize yabancı bir dünya olduğunu ortaya koyar. Batı’nın ulaşılmaz olmadığını, ulaşmanın da bize bir değer katmayacağını yalın bir dille vurgular. Biz ancak kendi coğrafi kimliğimiz, doğulu kimliğimiz, geleneklerimiz, kendi inancımız ve tüm bu temel öğelerin oluşturduğu ve uzun bir tarih süreci içindeki yaşam deneyimiz ve birikimimizle varolobilirdik. Bir orman yangınının içinde kalmış gibi kuşatıldık 20. yüzyılda. Resmi ideolojinin de baskısıyla Batı düşüncesinin dışında bizi geleceğe taşıyacak başka bir düşünce yok olduğuna inandırılmaya çalışıldık. Oysa toplumumuz yangının dışına çıkmak gerektiğini asla zihninden atmamasına karşın öylesine şaşırtıldı, öylesine çeşitli baskılarla yangının içine itildi ki Batı’nın dışımıza yansıyan görüntüsüyle onu reddeden zihnimizin çatışması altında kaldık uzun yıllar. Oysa reddedişin kutsal ateşi yanmıştı yüreklerde. Nuri Pakdil ve arkadaşları bu ateşi öne çıkarıp Batı’yla hesaplaşma sürecini başlatmışlardı bile. Bizi yeniden kimlikli bir varoluşa götürecek değerlerin kendimizde varolduğunu görmenin getirdiği güven duygusu çatışmanın boyutlarını artıracaktır. Ancak bizim inancımızın ve tabiî ki O’nun oluşturduğu uygarlığımızın yaklaşımı öylesine insanî ki hesaplaşma içine girdiğimiz Batı’ya bile nefretle bakmamayı gerektiriyor. Bunun için de yaranın nereden açıldığını sağlıklı saptamak gerekiyor. Nuri Pakdil Biat I’de “Avrupalı uluslar, kültür değişiminin öldürücü fırtınası altında yolunmuş ekin tarlasına dönmediler. Onların sorunları: makinanın hayatlarına bu denli çok girişi, maddesel isteklerin ruhsal dengeyi bozuşu, dengesizlik, sonunda yadsıma. Ortadoğu ülkelerindeyse, kültür değişiminin kavurucu, kurutucu etkilerini görüyoruz” (sayfa 15) der ve bu saptayımın ardından önerisini de sunar. “Din gereği, en çok bu çağda duyuluyor. Makinanın uydusu olan çağımız insanı, ibadetsiz yaşadıkça, daha katılaşıyor, daha anlamaz oluyor birbirini.” Bu saptamalardan 20 yıl sonra dinsiz sistemlerin çöküp 70 yıllık ideolojinin yerine dini ikama etmeye ve varlığını din düşüncesinin üstüne yeniden kurmaya çalışan Sovyetler Birliği gerçeği ve ciddi sosyoloğların bilim ve düşünce adamlarının 21 yüzyılın din savaşlarına gebe olduğunu açıklamaları Nuri Pakdil ve arkadaşlarının 20 yıl önceki saptamalarını doğrulamaktadır. Başkalarının doğrulamasına gereksinimi olmayacak denli kendinden emin bir biçimde sürekli bu temel sorunsalı gündemde tutan Nuri Pakdil’in bu düşüncelerinin bugün toplumun tüm dokularına yayıldığını görüyoruz. O günün koşullarında aydın dediğimiz, toplumun okumuş kesiminin bile algılamakta zorluk çektiği yaklaşımlar bugün toplumun tüm katmanlarında karşılık bulmaktadır. Burada Nuri Pakdil’in çok önem verdiği ve asla bırakmadığı sanatsal yaklaşımı üzerinde durmak gerek. Toplumun temel dinamiklerini harlı bir ateş gibi sürekli canlı tutan etkenlerin başında kendi toplumunun değerlerinden aldığı besiyi yine kendi toplumuna aktaran sanat ve edebiyat gelmektedir. Nuri Pakdil ve arkadaşlarının ‘Yerli Düşünce’ diye tanımladıkları, bizi uygarlığımız içinde vareden İslami zemini oluşturan tüm ögelerdir. Bu ögeleri alıp sanatın edebiyatın evrensel diliyle toplumu ateşlemek gerektiğini bir kadro bilinciyle algılayan yeni bir çıkıştı Edebiyat Dergisi. Bunun öncülüğünü de kuşkusuz adı hep Edebiyat Dergisi’yle anılan Nuri Pakdil yapmıştır. Nuri Pakdil = Edebiyat Dergisi denilecek denli o dergi ve savunduğu ideolojik ve sanatsal yaklaşımla özdeştir. Toplumun yüzelli yıldır karıştırılan kafası, bulanıklaşan zihni ancak temizleyebilirdi. O yüzden “sanatın, edebiyatın bir işlevi de, en azından, yolu temizlemektir, yolu açık tutmaktır” der Nuri Pakdil. (Bağlanma s. 43) Yol temizlenmeli ki insanlar önünü sağlıklı biçimde görebilsin. İnsanoğlunun yeryüzünde varoluş bilinci sınav bilinciyle özdeş olmalıydı. Öyleyse tek gerçek yol Tanrı’ya giden yoldu. “Tanrı’ya giden yolu tıkayan tüm engelleri kaldırma olarak algılıyorum sanatın işlevini.” (Bir Yazarın Notları I, s. 29) Öylesine özel bir amaç ama öylesine genel bir durumu kapsamaktadır ki insanoğlunun tam özgür olabilmesi bu noktayı algılayabilmesine bağlıydı. Bir ulusun olumlu ya da olumsuz hangi noktada bulunduğunu edebiyat ve sanatının hangi noktada bulunduğuna bakarak ölçebilmek olasıdır. O halde yıkılan bir uygarlık ve o yıkılan uygarlıkla yok edilen kimliğimizi yeniden kazanmanın yolu edebiyat sanatımızı yeniden oluşturmadan geçiyordu. Bin yıllık bir birikimi yok sayarak sıfırdan başlatılmak istenen yeryüzünde başka bir ulus varmı ki. hayır yok. Burada “Politikacıların değil, sanatçıların mimarlığı gerekli artık” (Bir Yazarın Notları II, s. 47) Yeniden bir ruh yapılanması ve kimliğimizi özgün çizgisine ulaştırmak için geçmişle köprüler kuracak sanattı. Nuri Pakdil tüm bunları birarada düşünerek “Ben, çoktan oyumu verdim: sanata, edebiyata + bunlarla tutuşacak büyük ateşe” diyordu. (Bir Yazarın Notları I, s. 121)
Büyük ateş tutuşunca kucaklayacak Anadolu’yu, Ortadoğu’yu, Afrika’yı Asya’yı. Amaçsızlıktan çıldırmak üzere olan dünya bu ateşi bekliyor. O halde gerekli olan İslam Uygarlığını yeniden insanlığa sunmak gerekiyor. Nuri Pakdil’de uygarlık bir yaşama biçimidir. İnsanlar ve uluslar ancak kendi uygarlık değerleri içinde varoluşabilir. O uygarlığa bir değerler bütünü, bir yaşama biçimi, bakış açısı ve ufuk olarak bakarken aynı zamanda bir coğrafya olarak da bakar. Kuşkusuz her insan onda ‘eşref’i Mahlukat’ ilkesinin belirlediği bir değerdir. “Müslüman olmasalar bile Batı sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı veren uluslarla da sıkı ilişkiler kurmalıyız. (Batı Notları s. 26) Ancak kendi uygarlığımız içinde varolmuş olanlardır öncelikli olan. O yüzden Büyük Doğu geleneği içinde oluşmuş insanımızı kuşatan atmosferi Moro’dan Eritre’ye oradan da Filistin ve Balkanlar’a değin uzanan geniş bir yelpazeye taşıyacaktır. Batı Notları’nın hemen başında “Trakyayı nasıl yitirdik” sorusunu sorar. Nuri Pakdil’in vazgeçmediği ve sürekli açımlamaya çalıştığı bu uygarlık düşüncesi gelen çağ içinde bu ulusun yurtsever aydınlarının ta yüreklerinde duyacağı bir bağ ve Batı’yla savaşımda temel alınacak bir savunma unsurudur. Uygarlığını benimsememiş aydının Batı’yla bir hesaplaşmaya girebilmesi olanaksızdır çünkü. Bu onur savaşının belli başlı öncülerinden biri olan Nuri Pakdil bu bilincin gittikçe daha netleşmesi gerektiğinin ayrımındaydı. Nuri Pakdil Edebiyat Dergisi’ni uygarlığımızın hakkını savunmak için çıkarıyordu.
Haksız yere Balkanlardan, Kafkaslardan Ortadoğu ve Afrikadan atılmış ulusumuz oralarda savunmasız kalan ulusların hakkını uygarlık bilincini öne çıkararak savunmalıydı. Çünkü uluslar haklarını ancak uygarlık bilinci taşıyarak savunabilirler. Bizim insanımız yüzyıllardır gittikleri yere haksızlık, zulüm, sömürü götürmediler. Aksine sömürüye karşı oldular. O yüzden de uluslararası ve uzun vadeli planlarla çökertilip oralardan sökülüp atılmadı mı? “Büyük bir ulusun son küçük parçası üstünde bırakıldık. Hem bir toprak yitikliğinin, hem de bir ülkü yitikliğinin acılarından kaynaklanıyor bizim acımız” diyordu. (Bağlanma s. 41) Yeryüzündeki tüm müslüman ulusların bir varoluş sorunu olan uygarlık sorununu temelinde asıl bu ülkü yitikliği yatmaktadır. XX. yüzyıl başlarında önce zihnen zayıflayan müslüman topluluklar birinci dünya savaşıyle birlikte fiziken de çöktü. Çünkü güçlü bir İslam Devleti’nin yeryüzünde oluşturduğu güç dengesi emperyalizm önünde engeldi. Çağın yeni güçleri bu denge unsuru devleti ortadan kaldırmak zorundaydı ve böyle de oldu. Onayı olmadan ithal edilip dayatılan yaşama biçimine fiziken direnecek gücü kalmamıştı Türk Toplumunun. Bu güç yitimi hem uzun savaşların ardındaki yorgunluk hem de kafası bulanmış bir toplumun değerlerinden yeterince güç alarak tavır koyamamasından kaynaklanıyordu. Ancak bizim toplumumuz her ne kadar değerlerine olan güveni sarsılmışsa da istediği uyuşabileceği ve yeni bir coşku kaynağı olarak yeryüzünde yeniden varoluşabileceği değerler kendisine süngü gücüyle dayatılmaya çalışılan değerler olmadığını da biliyordu. O Yüzden Türk Toplumunun direnişi kendine özgü bir direniş olmuştur. Kendi içine kapanıp sessiz bir tepki biçiminde varlığını korumaya çalışmıştır. İşte 70 yıllık bir aradan sonra hem Türkiye’de hem öteki İslam ülkelerinde ülkü yitikliğinin ayrımına varan aydınıyle birlikte halk, uygarlık bilincini yeniden yakalamanın savaşımını vermektedir. Nuri Pakdil’in Edebiyat’a ve dolayısıyle çıkardığı dergiye yüklediği önemli işlevlerden biri de ülkü yitikliğini duyumsatmaktı topluma. Nuri Pakdil yaklaşık 15 yıl kadar yayınladığı Edebiyat Dergisi’yle bunu büyük ölçüde başardığını bugün toplumun geniş katmanlarını mercek altına aldığımızda net bir biçimde görebiliyoruz. Edebiyatın sanatın şansızlığı sonuçlarının hemen ve belirgin olarak alınamamasındandır. Ama irdeleyici bir göz sonuçları rahat görebilir. Bu yüzden yazıyı eylemin önkoşulu sayar Nuri Pakdil. Yazmak O’nun için yaşamın ta kendisidir. Bu yüzden yazdıklarıyla yaşamı bire bir örtüsen bir insandır O. Yani O masa üstü yazarı değildir. Nuri Pakdil hem dış dünya hem de iç danyasında yaşadıklarını yazan ve bunu kendine özgü bir uslube dönüştürebilmiş birinsandır. 1980 tarihli Varlık Yıllığında Adnan Binyazar Nuri Pakdil için şöyle der: Pakdil denemeciler arasında en duru dillilerden biridir. İnancını anlatımlamada da başarı gösteriyor. Çağını, insanının, yozlaşan dünyada gittikçe yalnızlaşan insanın dramını Pakdil’in tüm denemelerinde görebilirsiniz. Kimi yerde çağıyla mütevekkil bir kul gibi hesaplaşır. Kendini evrenin boşluğunda da duysa, caddelerin sokakların yalnızlığında da duysa hep bir yaratım çabası içindedir. Yaratım Pakdil’de bir yaşama uslubu gibidir. Uslubu ise yaşamını belirleyecek denli gelişmiştir.” O öldürücü bir aygıt olan tabancayı bile ‘dallarda Tabancalar’ diye narin bir imgeye dönüştüren insandır. Nuri Pakdil’in yazdıkları yaşadıklarının bir iz düşümüdür diyebiliriz. Bir deneme ustasıdır Pakdil, bir uslup ustasıdır. O’nun çetrefilsiz arı duru çarpıcı ve anlaşılır uslubu okumaktan keyf alan her insan için oldukça farklı ve çekici gelecektir. Özellikle Bağlanma, 4 çiltlik Bir Yazarın Notları ve Edebiyat Kulesi adlı kitapları her birisi ayrı ayrı birer uslup denemeleridir. Özellikle bana göre başyapıtı olan Bir Yazarın Notları’ndaki sorulu yanıtlı, kendi kendisiyle konuşma ama aynı zamanda ortaya sorular sorarak ve aynı cümle içinde yanıtlar vererek kurduğu uslup her yazarı kıskandıracak boyutta ve güzelliktedir. Tabiki bu şiirsel metinler küçük öykücükler küçük anılar çok kısa oyunlarla çeşitlendirilerek içeri olabildiğince boyutlandırılmış ve zenginleştirilmiştir. Bu kitaplar yoğun şekilde kendi yaşam öyküsünden izler ve izlenimler taşır ne varki bu izler ve izlenimler asla şahsiliğe indirgenmemiş tüm yerli düşünceye ters düşen bir XX. yüzyılla ve gayri insanilikle hesaplaşmaya dönüşmüştür.
Tanrının ve tüm kutsal değerlerin inkar edildiği bir çağda Nuri Pakdil için kirlenmemiş birşey yoktur. Özellikle de insanların yaşamlarının eşyaya endekslendiği günümüzde kirli mülkiyet insan onuru önünde yıkılması gereken bir duvardır adeta. İslam dışı dünya görüşlerine baktığımızda mülkiyet tek kutsal değer olarak insanla tanrısal değerler arasına bir set çekmiştir. Müslümanlar ise kendilerini bir çeşit koruma güdüsüyle sahip olma arzularını artırmışlar sahip oldukça da adeta onların üzerine kapaklanıp korumaya çalışmışlardır. İşte Nuri Pakdil adeta insanlara bu sahip olduğunuz kirli mülkiyet sizin onurunuzun önüne yığılmış bir curufattır bunu Tanrı için yakın harcayın ancak o zaman insan onuruna yaraşır bir yaşama ulaşabilirsiniz demektedir. Eşya bu çağda artık insanın özgürlüğünü elinden alan bir curufattır. Nuri Pakdil için insan gerçek anlamda inanıyorsa özgürdür. İnsan kendi kutsalını, dinini, imanını, Tanrısını yitirdikten sonra ya da şöyle diyelim yaşam tüm evreleriyle Tanrı buyruğunun dışında seyrediyorsa hangi sahip olunan değer insan özgürlüğünü sağlayabilir ki. Bu anlamda alınan yol sarfedilen çaba boştur.
Kıyamete mi yaklaştık sorusu da Nuri Pakdil’in sık sık sorduğu sorulardan birisidir. O aşamada sanatın edebiyatın gerçekten çok bir anlamı da kalmayacaktır değil mi? Ya da bir başka biçimde düşünürsek insanların adeta taşlaştığı, tek değerin eşya haline geldiği günümüzde sanat edebiyat gibi insana yumuşak dokunuşlar yumuşak uyarılar yapan bir yöntemin bir anlamı kalmayacak mı gibi bir soru da olabilir. Nuri Pakdil için zaman kaçırılmış ve önümüzden koşan ama mutlaka yakalamamız gereken bize ait bir yaşam biçimidir. Zaman ideolojidir, zaman uygarlıktır, zaman varoluş sorumluluğumuzdur. Zaman bizim yitirilmiş ülkümüzdür. Mekanını da büyük ölçüde yitirmiş insanımız için asıl önemli olan o yitirdiği zamanın peşinden koşması ve onu yakalamasıdır. Özellikle oyunlarında çok çarpıcı bir uslupla vurgulamasıdır. Özellikle oyunlarında çok çarpıcı bir uslupla vurguladığı zaman kavramı ideolojik, felsefi ve insanın yeryüzünde varoluş amacını açımlayan yaklaşımlardır. İnanmış insanın İnsanlığa girebileceği geniş ve iri kapılardan biridir bu yaklaşım. ‘Yoksa kıyamete mi yaklaştık’ sorusu tüm sorumluluğumuza bir ivme kazandırır.
Nuri Pakdil “İdeoloji benim dünyamdır” diyordu. Ama ideolojiyi asla formal hale sokmadan bir duyarlık olarak sanat edebiyatın o evrensel ışığında meczederek sunmanın gereğini vurguluyordu bize. Oysa kişisel olarak 24 saati ideolojiye endekslenmiş bir derviş gibi Edebiyat Dergisi ve hareketin önünde yürüyordu. O’nda herşey mistik bir atmosfer içinde sonsuzlaşma duygusunu yansıtır. Bayram namazında camideki insanlar sonsuz baba, sonsuz amca, sonsuz dayı, sonsuz ağabey olurlar. O’nun bizim düşünce ufkumuza kazandırdığı temel olgulardan biri de sarsılmaz bir inançla bağlı kaldığı Ortadoğu ve İslam Birliği’dir. “Ortadoğu birliği bölünmez sınırtaşlarıyle” (Batı Notları, s. 33) diyecek 70 yıldır yok saydığımız hatta bizi arkadan vuran düşman diye okuduğumuz, tarihlerin yazdığı yalanlar onun ifadelerinde önce narin bir imge olarak kalplerimize girecek, sonra yoğun bir Ortadoğu ve Filistin acısı olarak çökecektir içimize. Nuri Pakdil’de Filistin dramı çağın üstünde insanlığı tehdit eden bir sarkaç gibi durmaktadır. Bu sarkaç yeryüzüne indirilmeden insanlık onuru da kurtulmuş olmayacaktır. O’nun için Filistin ve daha da özelde Kudüs o kadar özeldir ki bizim insanımızın yeryüzünde varoluş serüveni bu kutsal noktaya endekslenmiştir adeta. Edebiyat Dergisi’nin Filistini ve Kudüs’ü Edebiyatımıza ve insanımızın gündemine sokmada tartışmasız bir katkısı vardır. Yapay gerekçelerle, yapay sınırlarla bizden ve belleğimizden uzaklaştırılan uygarlığımıza ait bu mekanlar yeniden kendimize dönüş sürecinin başında gelir. Buna bağlı olarak tüm Ortadoğu ülkeleri, Afrika Ülkeleri ve Doğu ülkelerinin müslüman yazarlarından şiirler, öyküler çevirerek yayınlayan ve güldesteler yapan Edebiyat Dergisi bir bütünün aynı dokuları taşıyan parçalarını bütünleştirme gereğini ilk duyan ve duyuran bir Edebiyat etkinliği olmuştur Türkiye’de. Ayrıca çeviriler dışında yoğun yazı ve şiirlerle koparılmış bağlarımızı yeniden kurmaya çalışmıştır. Nuri Pakdil’in ‘Anneler ve Kudüsler, Erleri Eritrenin’ Arif Ay’ın ‘Gerilla’ ve öteki Edebiyat Dergisi yazarlarının bu çerçevede yazı ve şiirleri o günlerde yaygın bir etki alanı oluşturmuş ve sayısız örnekler izlemiştir.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda, ufkumuzu aydınlatan her gün her saat bize vermeye devam eden bir ÇOBANYILDIZI gibi Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi ve birlikteliğin o sıcak ateşi duruyor aramızda:
‘İnsanın süren sorgusu’.
Sürüyor.
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |