Edebiyat Dergisi
Yayınları
7320. Gösterim
Yedi İklim Dergisi, Sayı: 58, Ocak 1995
Türk Edebiyatı’nda eleştirel bakışın nesnelliği tartışılagelmiştir. 1923 sonrası, edebiyatın girdiği yönelim, tartışmaların başlıca nedeni olur. Özellikle, geçmiş kültürümüzün İslâm medeniyeti dairesine giren kesiti yadsınır. Hatta savaş açılır. Buradan yola çıkılarak, islâm öncesi uygarlıkların verileri üzerinde durulur. Edebiyatın tanım ve tasnifleri yapılır, halk edebiyatı, divan edebiyatı, din dışı, tasavvuf edebiyatı gibi. Oysa, bütün bunlar bir medeniyet bütünlüğünün ayrıntılarıdır. Bu belirlenmiş pecereden bakılarak, istenen ve arzulanan bir dünya kurulmak istenir. Övgü ve yergi ürünleri ortalığı kaplar. Bunun bir prototipi Behçet Kemal Çağlar’dır. Bu, bir kamplaşma ve yer tutmayı birlikte getirir. Belki de dönemin şahsında, sanatı yıkma süreci başlar. Çok tartışılan bir konudur bu. Şunu da ekleyebiliriz, futbol takımı tutar gibi, yer tutma, kamp tutma dönemi dense yeridir.
Batılılaşma sürecine girildiğinden beri, toplumun altında kaldığı yabancılaşmanın, yüzeysel ve geçici sağanağı etkisini göstermedi değil. Gerek siyasal, gerek kültürel ve gerekse sanatsal sonuçları ortada. Ancak bütün bu yanıltıcı, yalancı şafakların geçici olacağı muhakkaktır.
Bir yanıyla alışılmış, kanıksanmış değerlerin, sanki etkisizmiş gibi bir yüze bürünmesi, toplum ve değerlerine karşı bir ilgisizliğe itti. Zaman zaman bir bezginlik de getirdi. Sanat, edebiyat ve düşünce adına yapılan güzel şeyler gölgelendi. Sanatçılar iç dünyalarına kapandı. Ta ki, Büyük Doğu’yla birlikte sanatın ve sanatçının direnişi ufuk açmaya başladı. Birbirini doğurup geliştiren hamleler olarak göründü.
Bu yüzyılın başından beri, diri ve kendi olan yüzün görünmesi, insanımızın güvenini geri getirdi. Siyasal baskıların katı tabakasını parçalamayı bildi, gerçekleştirdi.
Nuri Pakdil; kamplaşmaların keskinleştiği ve yer tuttuğu bir zamanda, onca hayıf, ürperti, hatta öfkesine karşın, edebiyat ve sanata dönük nesnelliği elden bırakmayan anlayışıyla, edebiyat ve kültür dünyamızdaki yerini aldı. Altmış sonrası, belirgin bir biçimde, kültür hayatımıza giren marksist söylemin, kendisi gibi, karşı tarafı veya tarafları daha da keskinleştirmesi gerekirdi. Hem sanatsal, hem de siyasal anlamda böyle oldu. Hatta bunun ticareti bile yapılmadı değil. Marksizme karşı olma bir meslek halini aldı. Marksizm de bir karşı meslekti. Oysa batılılaşma sürecinin bir diğer sonucuyudu marksizm. Edebiyatın ve sanatçıların büyük bir kesimi, böyle bir yönelime kapılmaları, bir tıkanmayı getirdi. Söylem ve karşı söylemler birbirini izledi. Kendimizi ortaya koyma ve kendimize sahip çıkma yerine, bir refleks, ya da bir yönlendirmeyle karşı durma, karşı koyma anlayışı gelişti. Ya da karşı kamp oluşturmaya gidildi. Dil tartışmalarının olması da bunun bir diğer sonucudur. Bilinçli bir biçimde, Büyük Doğu’yla başlayan, Diriliş’le süren ve gelişen, Edebiyat’la devam eden, kendi değerlerine bağlı, düşüncesine bağlı, yerli bir değer olan, sanat olan gelişim sürdü. Genelde bu kamplaşmaların ve kamp kurmanın dışında kalındı. Kimi zaman sağ ve sağcı çevrelerce bu tutum yadırgandı ve yargılandı. Düşünce üretme, eser verme ve medeniyet düşüncesini boyutlandıran bir bilinç süreci başlatmayı üstlendi bu akım.
Buradan Nuri Pakdil’e gelmek istiyorum. Yazımın konusu, Nuri Pakdil’in Emin Ziyaioğlu imzasıyla yazmış olduğu, eleştiri, tartışma,, ve polemik yazılarını değerlendirmek. Nuri Pakdil’in eleştirmenliği üzerinde durmak, değerlendirmek ve Türk Edebiyatına kazandırdıkları üzerinde durmak..
Pakdil’in eleştirmenliğinin nesnelliği gözardı edilemez. Yukarıda vurgulamaya çalıştığımız, dergi sayfalarında yer alan çoğu kitaplaşmamış yazılarından bir sonuca varmak. Pakdil’in keskin görünen bir tarafı vardır. Bu, nesnel olmadığı anlamına gelmez. Üzerimize serpiştirilen yabancılaşma sağanağının altında boy veren, bu toprağın her tür değerine gözleri açıktır. Dikkati, hemen her devinimi yakalamasıyla belirgindir. Ürün sahibinin, ya da kişinin bulunduğu, tuttuğu yer veya kamp bir ölçü değildir.
Emin Ziyaioğlu, Yazar Kente İnmiştir yazısında, edebiyat geleneğinin iki kategoriye girdiğini belirtirken, dokuzyüz kırkların edebiyatının -şiir ve öyküsünün- bir başkaldırıyla yeniden kendine dönüşü gerçekleştirdiğini, 1923 devriminin izlerini taşımadığını, yabancılaşmaya karşı bir başkaldırı geliştirdiğini vurgular. Bu edebiyatın, batılılaşmayla kurulacak ilginin elbette bir ilişkisinin olabileceğinin gözardı edilemeyeciğini de. Tabii övgü yazarlarını bunun dışında tutmak gerekir. Eleştirel bakışını şu ifadelerinde bulabiliriz. Devrimin, edebiyat açısından bir öz eleştirisi yapılmalıdır. Ön yargıdan uzak olunmalıdır. Ön yargı, kişiyi, düşünmekten, araştırma yapmaktan alıkoyar ve önler. Yargıdan kaçınmak ta bir bağnazlıktır. Araştırmak, eleştiriden korkamdan devrimin edebiyatımıza bir şey verip vermediğini belirtebilmektir.(1) Zihnen, baskı ve güdümden soyutlanmış bir düşüncenin, kendisini geliştirebileceği gibi, girilmiş bulunulan yanlış yönelimden de kurtulacaktır. Görüldüğü gibi bindokuzyüz kırkalara kadar gelinen dönemın sağlıklı olmadığıdır.
Kırk ila elli yılları arası bir panik dönemidir. Batıya öykünen yazarların paniği, körükörüne saplanmışlıktan, savaş altında ezilmiş batılı yazarların yaşadığı bunalımı buraya taşımak, bunun bile bir yenilikten yoksunluğunun üzerinde durur. Bu bir plastik yaşayış tarzıdır. Eleştiri bir yargıdır, yargısız eleştiri ise tutarsızdır. Eleştiriliyorsa bir sonuca varılmalıdır. Bu anlayış, Necip Fazıl’ın yayınladığı Büyük Doğu’da vardır. Türk düşünce ve edebiyatı için bu bir aşamadır. Eleştirinin bir diğer yüzü de öneri getirmesidir. Türkiye, Orta Doğu’da yer alır, kendisine özgü bir uygarlığa sahiptir. Kendine özgü özellikleriyle geliştirilebileceği düşüncesindedir ve bunu ilk başlatan Büyük Doğu’dur.(2) Yukarıdaki ifadelerde Nuri Pakdil’in bakış ve eleştiri anlayışını ve nesnelliğini görmek mümkün. Aynı makalede dönemine bakışta, Yahya Kemal Osmanlı devlet bilinçli ve son Osmanlı şairidir. Necip Fazıl, İslâmlaşan şiir verimlerini kırklı yılların ortamının dışında tutar. Köy romanları gerçeklikten uzaktır. Köy roman kahramanıyla gerçek köylü, Kızılay bulvarında karşılaşsalar birbirlerine tamamen yabancı, birbirini tanıyamayacak kadar zıt iki tiptir. İkinci Yeni şiiri bir tepki şiiridir. Sol edebiyat dilde ve düşüncede kendini sınırlamıştır.
Eleştirel ve nesnel bakışını; dergiler, yazarlar ve tavırların tutumu üzerine değiştirmez. Türk Dili Dergisi’nin Gezi Özel Sayısı’nı ele alırken, dergiyi çıkaranların ve yazanlarının batıcı bir bakışla konuyu ortaya koyuşlarına takılır. Gezi üzerine yazılanlar ve yapılan seçmelerin batıcı bir anlayışla yapıldığını görür. Batıyı gerçekçi bir gözle görmek, değerlendirmek ve seçmeler yapmak gerekir. Bu anlayışta olanların eserlerinden neden seçmeler yapılmaz.
Aydın ve aydınımızın kendi içindeki çelişkilerini görür. Bunu, yüzüne karşı -yazıyla- söylemekten kaçınmaz. Bu, onun için bir sorumluluktur. Batıcı bir bakışla batılıları eleştirmek bizim için sağlıklı bir sonuç değildir. Salah Birsel’in kendini batılı saymasına hayıflanır ve: “Kendimizi nasıl batılı sayabiliriz Salâh Birsel? Bizim ulusumuz ayrıdır, bizim inançlarımız, bizim geleneklerimiz, bizim uygarlığımız aynı değil onların inançlarıyla, gelenekleriyle, uygarlıklarıyla.”, “Bir Türk yazarının, bu denli kolaylıkla, kendi uygarlığını yadsıyarak, yabancılaşmadan yana olması kolaylıkla bağışlanabilir mi Salâh Birsel?”(3) Yazar, eleştirisini, bir edebiyat metni, sanatı, dönemi üzerine yaptığı gibi, yazarın kişilik tutum ve davranaşına karşı da yapabilmektedir. Yaptıkları, bulunduğu bir kamp adına değildir. Ulusumuzun ve uygarlığımızın bütünselliğinden yola çıkarak yapar. Benzer eleştirilerinden biri, aynı yazıda Mehmet Kaplan’a dönüktür. Bir bilim adamının -Mehmet Kaplan’ın- “Din ve Dünya” başlıklı yazısında din adamlarına dönük eleştirisine karşılık verir. “Hayali geniş vaizler, halka Kur’an’dan olmayan bin bir yalanı din diye yutturmuşlardır. Halk cahil ve Kur’an arapça olduğu için, onların yalanları kontrol edilmemiştir. Bu dine karşı yapılmış en büyük saygısızlık değil midir?” Mehmed kaplan’ın bu düşüncesi; bilimsel, bir temele oturmayan, bir bilim adamanın yaklaşımına uymaz. Pakdil bunu kendisine yakıştırmaz. Oysa bilim adamına düşen yazdıklarını temellendirmesidir. ‘Bin bir yalanın’ ne olduğunun açıklanması gerekir. Halkın cahilliğinin de ne olduğunu belirtmesi gerekir. Kaplan bunu yapmadığı gibi, söyledikleri de boşlukta kalır. Oysa Pakdil halk adına şunları söyler aynı metinde. “Halk sezgi yönünden, okumuşların çoğundan daha ileridedir.” Bu, bir sorudur da.
Değinmelerinde Nuri Pakdil’in gözleri adeta bir radar gibi, ülkedeki etkinlikleri, yapılan sanatsal çalışmaları, değinilen ilginç konuları bir bir ele alır. Konum ve durumlarına göre onları değerlendirir. Yapılmış sağlıklı çalışmaları, yeni imzaları öne çıkarır. Bilim adamı, sanatçı, yazar ve düşünürlerin doğrularını, iyi ve güzellerini yazısına konu ederken, sapmaları, yanlış ve eksikleri düzeltir. İfade düzeyi, sayıgısı, nezaketi ölçülüdür. Kim olursa olsun aşağılamaz. Sağlıklı bir tartışma ortamının olmasına özen gösterir. Özellikle, yetmişli yıllar, yazın hayatının en çok sağlıklı bir tartışmaya gereksinim duyulduğu bir dönemdir. Teke tek tartışmalarda ‘sayın’ ve ‘ bay’ hitabını kullanır. Bu bir konuşma alışkanlığına da dönüşür zamanında. Yazarın yakaladığı evrensel bakış, bir Andolu kentinden gelip İstanbul inceliğiyle buluşması, sonra Ankara soğukluğu ve taşralığına kapılmadan sürdürmesi Usta’nın kendine ait bir özelliğidir. Duyarlığının gerilimini eksiltmeden, olduğu gibi sürdürür. Belki de geriliminin artamasına neden olur.
İslâmî duyarlığı, bir gerilimin en ince ayrıntısında gizlidir. Kendi hayatının yaşanan bir parçasadır. Burada keskinliğinden hiç bir zaman kaçınmaz, olması gerekeni söyler. “Türkiye’de yaşayan sanatçının, düşünürün, yazarın gönlü ve kafası İslâm düşüncesiyle dolu olmadan, nasıl yazılanlar yerli olabilir?”(4) Böylelikle yazar yerliliğin bir tanımını yapar. Bu tanımla, bu zamana kadar yapılmış, en yeni ve en özgünüdür. Pakdil, eleştirilerini yaparken, karşılıklarını bulur, kavramlarını oluşturur. Geleneksel kültürün birikiminden yararlanarak, ufuk açar. Dar alanda, kendi çevresinde dönmez. Bu anlamda en kesin belirlemeyi gene kendisi yapar Nuri Pakdil imzasıyla. “1969 da, M. Akif İnan, Rasim Özdeören, Erdem Bayazıt’la birlikte Edebiyat Dergisi’ni çıkarmaya karar verdiğimizde, bizi bu girişime zorlayan etken aslında tekti: Ülkü olarak Batıcılığı seçmediğimizi, yalnızca yerli düşünceye ve bunun tüm değer yargılarına bağlı olduğumuzu söylemek.”(5) Sanırım, kendisini en belirleyici ifade budur. Dahası, aynı sayıda Ebubekir Sonumut imzasıyla “Yerli düşünce kaynağımızı kurutanları batılılaşma adına bizi uygarlığımızıdan koparmak isteyenleri, bizi özümüze aykırı bir ulus yapmak istiyenleri biliyoruz. Bunlar yurdumuzdaki düşman yazarlardır.”(6) Bu temel bakışla ele alır değinmeleri ve diğer tartışma yazılarını.
Özellikle yazılarının toplamında, kavramlar bir vurgu olarak öne çıkarlar. Yerli düşünce, yerli yazar, yerli edebiyat, Orta Doğu, Türk Ulusu, İslâm, müslümanlar, özgürlük, emek, alın teri, direnmek, direnç, yerli halk, tarih bilinci, yabancılaşma, zaman, çağ, öz eleştiri, oruç bilinci, çağ ve çağın sorgulanması, - örneğin İnsanlığı Tanrı’dan alıkoyan her engel ‘cin’, dir.(7) gibi.
Nuri Pakdil, Ahmet Kabaklı’nın, bir yazısına karşılık verirken, gelenek, şair ve şiir düşüncesine açıklık getirir. Bir ay önce ölen Âşık Veysel’in ölümü üzerine, Kabaklı, halk şiirinin son temsilcisinin öldüğünü duyurması ve duyurusunun veriliş biçimi, adeta şiirin Âşık Veysel ile bittiği, biteceği düşüncesi Pakdil’i rahatsız eder. Kültürümüzün kaynakları çok şair çıkaracağı görüşündedir. Özellikle yaklaşımı çarpıcı bir vurguyla öne çıkar. Veysel bir gelenek şairiyse -ki öyledir-, geleneğimize aykırı, heykeli dikilmektedir. Bu, büyük suçlardandır. Veysel’in kendi doğallığında yazdığı şiirlerinin önemli, zorlanarak ve yönlendirilerek yazdırılanların basit olduğunu, ifade eder. Burada önem kazanan, gelenekten beslenmiş ve gelişmiş birinin heykelinin dikilmesidir(8) söz konusu olan. Bu aykırılık da bizim ülkeye özgüdür.
Tarih ve medeniyet tartışmalarında, Kaplan’ın düşüncelerine karşı çıkar, önemsediği ve değer verdiği bu bilim adamının, zaman zaman Osmanlı tarih ve devletine karşı haksız tutumunu eleştirir. Aynı yazıda İsmail Cem’in Medeniyet’e yaklaşımını beğenerek değerlendirir. Orta Doğu bütünlüğü üzerinde duruşunu Ebubekir Sonumut müstearıyla yazdığı dizeleriyle bütünler. Araf adlı şiirinden şu dizeleriyle karşılık verir. “Bölünmez Orta Doğu / sınır / taşlarıyla”.(9) Tartışma ve eleştirilerinde muhatabına karşı kırıcı değildir.”Sayın Kaplan böyle değil midir?” derken, sanki unutulmuş bir bilgiyi kibar bir üslupla hatırlatır. Oysa yazar, burada bu yanlış bilgi ve düşüncelere karşı çıkar. Kırıcı olmamaya özen gösterir. Özellikle dikkat edilirse, markist, sağ ve milliyetçi söylem geriliminin alabildiğine tırmandığı bir dönemda bunların söylenmesi ve yazılmasıdır.
Ankara’da yayınlanan Gelişme, İstanbul’da yayına başlayan Yeni Sanat, Trabzon’da Millî Kaynak, dergilerinden duyduğu coşku yazısına konu olur. Fransa’da yayınlana Le Figaro Gazetesi’nde batı gençiliği ve alkol’un getirdikleri üzerine olan yazıyı da ele alır Pakdil. Genç yazar ve şairlerin dikkat çeken dize ve cümlelerine dikkat çeker.(10) Genç yetenekleri coşkulandırır, yazdıklarıyla güç verir. Bir yazı ve dergi bütünlüğünün içindeki bir cümle, bir tek dize bile, O’nun için anılmayı gerektirir. Bütün bunları bir dikkat ve bir sorumluluk bilinciyle yapar. Çağından, ulusundan ve kendinden sorumludur.
Melih Cevdet’le bir tartışmaya girer. Tartışmaya girmeden önce tartışmanın kendisine bir açıklık getirir. “Tartışmayı yapanların düşünceleri birbirlerine aykırı, karşı olabilir, zaten tartışma bunun için yapılmaktadır. Ne ki, tartışmayı yapanların, tartışırlarken yazdıkları, söyledikleri deyimleri, sözcükleri aynı anlamlarla, hiç olmazsa yaklaşık anlamlarla algılamaları zorunludur. Ben bir deyimi, bir sözcüğü başka başka anlamlarda algılıyorsam, siz bir deyimi, bir sözcüğü başka başka anlamlarda algılıyorsanız, tartışmalarımızın söylediklerimizin, karşılıklı olarak birbirlerimizi açıklamamıza yararı dokunmayacak demektir.”(11) İnsanımız ve aydınımızın arasına örülen duvarları yıkan Pakdil, bu dönemde tartışılabileceğini gösterir bu örnekle.
Eleştiri ve tartışmasında Eylem(12) önemli bir yer tutar. Bir varlık gerekçesidir O’nda. Bu, kendisine bir dirilik kazandırır. Kanı sürekli kaynayan ve yerinde duramayan bir gencin devirimini taşır. Hiç eksilmez O’nda. Eylem, soğukanlılık, hareketlilik, duyarılılık bir aradadırlar.
Nuri Pakdil, yazılarıyla ve eylemiyle konuşan düşünen ve yaşayan bir yazar, bir aydın, bir düşünür ve bir ustadır. Söz’ün gereksizliğinden kaçınır. Çok konuşmaktan bunalmış insanın, yeniden kendiyle barışması için, soylu, anlamlı, düşünce dolu bir söz oluşsun ister.
Dipnotlar:
1- Emin Ziyaioğlu, Edebiyat Dergisi, 1972, (19) + 3, Ankara, 1.
2- Emin Ziyaioğlu, a.g.m., 1.
3- Emin Ziyaioğlu, Değinmeler, Edebiyat Dergisi, 1, 1973, Ankara, 1, 2.
4- Emin Ziyaioğlu, Değinemeler, Edebiyat Dergisi, 2, 1973, Ankara, 2.
5- Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi Çevresinde, Edebiyat Dergisi, Ankara, 1973, 3, 1.
6- Ebubekir Sonumut, Düşman, Edebiyat Dergisi, 3, 1973 Ankara, 1.
7- Nuri Pakdil, Umut Üzerine Konuşma, Edebiyat Dergisi, 9, 1973 Ankara, 1.
8- Emin Ziyaioğlu, Değinmeler, Edebiyat Dergisi, 3, 1973 Ankara, 8.
9- Emin Ziyaioğlu, Değinmeler, Edebiyat Dergisi, 4, 1973, Ankara, 1, 2.
10- Emin Ziyaioğlu, Değinmeler, Edebiyat Dergisi, 6, 1973, Ankara, 1, 2.
11- Emin Ziyaioğlu, Değinmeler, Edebiyat Dergisi, 9, 1973, Ankara, 4, 5.
12- Nuri Pakdil, Umut Üzerine Konuşma, Edebiyat Dergisi, 9, 1973 Ankara, 1.
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |