Edebiyat Dergisi
Yayınları
ZEKATLA HAC ÖNDERLİĞİNDE NAMAZIN
BAŞLATTILAR EYLEMİNİ ÇAĞIMIZIN
BİR MUTLU AKIMLA AYDINLATTILAR EVLERİ
PARMAKLARIM SÜREKLİ
YENİ BİR DEVRİMİ GETİRİYOR
SOLUĞUMUZ ŞANDIR
GÜNEŞ DEVRİMCİ SOLUĞUNDAN DAHA SICAK DEĞİL
TÜM YASALARDA YAZILI VAROLUŞ AYETLERİ
GÖRÜYORUM İKİ BİN YIL
ÖNCESİYLE İKİ BİN YIL SONRASINI
DUYDUM ÇALIŞANIN KIVANÇLI SAĞLAM
İNANÇLI YÜREK SESİNİ TOPRAKTA
Ebubekir SONUMUT
Edebiyat Dergisi, Sayı:12+7,
Kasım 1970
“İnsanlar sizi ikibin yılından sonra anlayacak.”
(Anna Masala)
Edebiyat Dergisi,
Sayı:12+7, Kasım 1970
Evrenin var edicisi, yüceler yücesi Tanrı, insanların ne olacaklarına kendisi karar vermiş ve onları bu karara uygun biçimde donatmış, var etmiştir.
Kimi insanlar şair doğarlar analarından örneğin, kimileri yazar, kimileri düşünür. Başka bir seçenekleri yoktur bunların. Hangi koşullar içinde yaşarlarsa yaşasınlar, ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar kaderlerinden, yaratılışlarının dışına çıkamaz, sonunda yaratıcı gücün istemine boyun eğerler.
Bütün büyük sanatçılar, büyük önderler, veliler böyle özel yaratılmış insanlar sayılabilir. Mevlana, şiir yazmaktan hoşlanmazdı. Ama, hep şiir yazdı yaşamı boyunca. İbn Arabi, yazar olma heveslisi değildir. Ama, ancak yazdığı zaman kurtulabilirdi, içindeki ateşin kendini yakıp kavurmasından.
Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz: Bir “usta” olarak yaratılmıştır Nuri Pakdil de. Bu “usta”lık kavramı açımlanır, içeriği ayrıştırılırsa, bir “ağabey” de çıkar karşımıza, bir “sanatçı” da. Bir “Şair” de görebiliriz karşımızda, bir “denemeci”, bir “eleştirmen”, bir “oyun yazarı” da. Bir “ahlâk adamı” olduğu da söylenebilir, bir “yol gösterici” de. Ve elbette bir “eylem adamı”, bir “militan” da vardır karşımızda, bir devrimci” de. Ama onun için yapılacak en doğru tanımlama, hiç kuşkusuz, bütün bunları tam ve eksiksiz biçimde içeren anlamda bir “Usta” olduğudur.
Yine aynı rahatlıkla, onun, daha çocukluğunda, bu yaratılışın, var edilişin ayrımında olduğu da söylenebilir. Bu nedenle onun kişiliğinde, kimliğinde, yaşamında değişimler, kırılmalar değil, tam bir kararlılık, tam bir süreklilik ve tam bir tutarlılık vardır.
Yaşamak bir yürüyüştür. Söz konusu olan büyük bir Usta’nın yürümesi ise, buna ancak “uzun yürüyüş” denilebilir. Bu uzun yürüyüşü, sağlıklı biçimde izleyebilmek, kavrayabilmek için, başladığı yerden ve zamandan yola çıkmak gerekir. Biz de öyle yapacağız.
Kısacık bir metinle, bu “uzun yürüyüş”ü anlatabilmenin zorluğu ortada. Aslında böyle bir girişim, çılgınlık olarak bile değerlendirilebilir. Bizim bu çılgınca girişime cesaret edişimizin nedeni, üzerimize yüklenen ve Usta’ya duyduğumuz büyük saygı yüzünden reddedemediğimiz bir görevi yerine getirme sorumluluğudur.
1. Destan yazan kent ve direniş ustası bir aile
23 Devrimi, devirebileceği her şeyi devirmiş, artık kendi getirdiklerini yerleştirme sürecine girmiştir. İnanç ve uygarlık değerlerimizi yok etme çabalarının yol açtığı büyük sarsıntı, insanımızı büyük bir şaşkınlığa düşürmüş; çeşitli kıyımların neden olduğu korku, zorunlu bir geri çekilmeyi getirmiştir.
Böyle bir ortamda “vareder” (1934) onu Tanrı.
Daha çocukluğunda, bu “varediş”in sırrını kavradığı, en azından sezinlediği; gün gün, bu kavrayış ya da sezginin bir bilince dönüştüğü söylenebilir. Kuşkusuz, yaşadığı kent, ailesi ve çevresindeki kimi insanlar, kolaylaştırır bu kavrayışı, bu bilinçlenmeyi.
Kent Maraş’tır. Mâlik Ejder’in bekçilik ettiği Maraş, temiz olma, temiz kalma gereğini ta iliklerinde duyan bir kenttir. Ancak 1923’lerden beri hüzün, kara bir örtü gibi kaplamıştır Maraş’ı. Bu yiğit kent, uygarlığımızın reddine rest çeken kentlerimizden biridir. Ancak kaybetmiş ve ezilmiştir, hüznü de bu kaybedişten gelir. Ama her şeye karşın, savunur kendini: uygarlığımızın temelini oluşturan değerleri.
Kentle ilgili ilk algıları sokağa ilişkindir. Sokak, nesneleri anlamlandırma, kavramları yorumlama konusunda ilk deneyimlerini kazandırır ona:
“Çocuk, ilk dışarı çıktığında, bir uzayda yürüyordu da, bunun mu adı sokaktı? Yürürdüm, yürürdüm de, bitmez miydi? Bitimsizlik; bu muydu? Kapımızın önü, aydedenin ülkesi miydi? Bu ufacık taşlar da, yıldızları mıydı? Cennetin içinde miydik, yoksa cennet uzaklarda mıydı? Bu denli ışığa gözlerimiz dayanacak mıydı? Şu karıncalar da, ilk gördüğüm işçiler miydi? Namuslu, haktanır, ilerici, dürüst, yurtsever insanları mı simgeleştiriyordu karıncaların bu gidiş, gelişleri?”
Ancak, sokağa duyulan bir güvensizlik, bir korku da vardır. Bunun nedenini algılar hemen sonra:
“Neden, annem, sokağa çıkmama çok az izin verirdi? Sokaklarda korkulacak ne vardı ki? Sonra mıydı, hayli sonra mıydı, gizli bir çürümenin sokaklarda başladığını duyuşum? Çürüme; bir yerden kentimize yansıyor, güneş ışınlarının direncinde nispeten kırılıyor, ama gene de, habis bir hışım gibi, yollarda, sokaklarda birikiyor muydu?Sonraları göreceğim yüzlerdeki yılgı, bu habis hışımdan mı kaynaklanıyordu? Bu denli genel bir ilence mi batmıştık?”
Sokaktan korkuluyordu, çünkü korku kol geziyordu sokakta:
“Özü devrimci olduğu halde, mahallenin bu küçük topluluğu, toplantı yerine, büyük bir korku içinde mi gidip geliyordu? Gerici yönetsel sürecin boğuntusundan, bu devrimci öz, çok mu korkmuş ve diplere çekilmişti?Bu devrimci öz, yüzyıllar boyunca, tüm edimlerimizin kaynağını oluşturmamış mıydı? Oysa şimdi durum neydi?”
“Durum”un kavranışı ve yorumlanışı, bir çocuğu “usta”lık konumuna yükseltecektir:
“Bir çocuk; babasının, amcasının, büyüklerinin yüzlerinden birtakım anlamlar çıkarabilir miydi?Bu yüzler de zaman geçtikçe silinecek, kimi durumlarda yeniden belirecek, bu kat kat madenlerden de; insan, okuyup gördükçe, yetenekleri geliştikçe, yorumlar yapabilecek miydi?Bu yorumlar da, insanın, kuracağı özgül yapıda kullanılabilecek değerde olabilecek miydi?Bu yorumları, daha yeni yorumlar izleyecek; böylece, yorumlarımızda da açılımlar mı olacaktı?İnsanın tarihsel gizilgüçleri de, tüm bu birikimlerden oluşmamış mıydı? Bu gizilgüçlere sağlıklı yaklaşabilmenin yöntemi de, özeleştirinin darbelerinden hiç çekinmemek değil miydi? Zaten, devrimci özün kökenlendiği ilkelerden biri de, ‘bir anlık derin düşüncenin, yani tefekkürün, günlerce yapılan ibadetten yeğ tutulduğu’ ilkesi değil miydi?Değişimi ve dönüşümü sağlayan güç de, devrimci özle insana sunulmamış mıydı?Bu acılı amcalar, bu acılı babalar, bu acılı büyükler; gene de, yaklaşabildikleri denli bir derinlik içinde kalabilmeyi başararak, devrimci özü algılamak için çırpınan insanlar olmamışlar mıydı? Bu çırpınmalar da her yerde olmasaydı, kara ilenç, bu devrimci özden en küçük bir çizgiyi bile köküne kadar kazıyıp, kurutup, hiç belirmemecesine, mutlak yok etmez miydi?”
Bütün bu algılamayı güçlendiren, geliştiren kimi kişiler de vardır kuşkusuz. Bunların başında “anne” gelir. Anne, Maraş’tan Halep’e giderek bir yüksekokulda öğretmenlik yapan bir bilginin kızıdır. Halep’te okuyan ve Arapça öğrenen anne, Müslüman bir hanımdır. Oğlunu önüne oturtur, ona Kur’an okur ve açıklar. Bu dersler, hiç çıkmayacak biçimde kazınır belleğine:
“Büyük bir sarı sayfayı
Önüme açıp annem
Açıklardı
Yeni kurumuş sarı üzüm gibi
Babamın aldığı sarı attı
Sarı sayfa
Sağında yüreğimin
Sağ anıttı”
Anne, komşu kadınlara da Kur’an okuyarak açıklar zaman zaman, bilinçlendirir onları. Kişiliğinde, ülküsel bir hüznü simgeleştiren anne, sürekli Cezayir öyküleri anlatır çocuğa. Onun düş gücünü, imge gücünü kanatlandıran bu öyküler, ileride yazdıklarının da özsuyunu oluşturacaktır:
“- Anne, hadi, biraz daha anlat o öyküyü.
“- Araplar, uzun, ince, beyaz atlarına binmişler; koşturuyorlar atlarını. Büyük deniz varmış geçmek istedikleri. Ellerini açmışlar; durmadan yakarmışlar Tanrı’ya, yardım dilemişler.
“- Sonra?
“- Sürmüşler atlarını denize.
“- Çok gitmişler mi ondan sonra da anne?
“- Günlerce, haftalarca gitmişler, gitmişler, gitmişler.
“- Nereye gitmişler sonra anne?
“- Cezayir’e varmışlar.”
Cezayir öyküleri, çocuğun oluşumundaki temel etkenlerden biridir. Çocukken, ilkokula giderken yanında Cezayirliler vardır; büyüyüp yazmaya başladığında da Cezayir ve Cezayir atları sık sık görünecektir yazdıklarında. Bir özgürlük, yiğitlik ve evrensellik simgesi olarak.
“Yanımda Cezayirliler koşarlardı, ben de koşardım onlarla birlikte; bir onlar öne geçerlerdi, bir ben geçerdim öne: hızla girerdim içeri ilkokulun kapısından. Okuldan çıkınca da arardım onları dışarıda.”
“Uzun atları olurdu Cezayirlilerin, sürerlerdi denizlerde bile atlarını; yiğit yiğitti hepsi!
“Terli atlarıyla geçerlerdi denizleri Cezayirliler!
“Sorardım geceleri: öyle olacak mıyım ben de; uzun atlarla denizleri geçecek miyim?”
Baba, içindeki devrimci özü, bütün duyarlılığı ile taşıyan bilge bir kişidir. Kur’an’ı okuyup anlamlandıracak denli Arapça bilir. Mülkiyetin tutsağı olmayı aşmıştır. “Yüzü hep önde, şıp şıp suyu damlayan, çok alçak gönüllü bir çeşmedir” baba. Cömert mi cömerttir. “Sakalı da, gerilerden, çok gerilerden suya yansımış, kimsesiz bir tarlanın buğday başakları”dır. İçindeki kutsal ateşi oğluna aktarır başarıyla:
“Elimden tutarak götürürdü babam kutsal gecelerde, bayram gecelerinde; herkes birbirini erinçle esenlese de, o derinlerden gelen ağır, yaman bir hüzün gene de kanayıp dururdu yüzlerde; varınca da ayakkabılarımızı çıkarır (bayramsa, benimkisi mutlaka yeni olurdu), içeri girer ve saflarda yerimizi alırdık; bir katılmaydı bu aileye; bir devinime; cami uzar, genişler, derinleşirdi; sonsuz baba, sonsuz amca, sonsuz dayı, sonsuz büyük baba, sonsuz ağabey, sonsuz kardeş eklenirdik birbirimize; her yere kuş sesleri, çiçek kokuları, hiç görülmemiş eleğimsağmalar dolardı; âdeta kanatlanırdık; gece bile güneşi görürdük, o da isterdi aramızda olmayı; bir mucize mi oluyordu, hiç mi batmıyordu, yoksa hızla doğuveriyor muydu, gerçek bir güneşi görürdüm işte; ‘Aaa, güneş!’ dediğimi çok iyi anımsıyorum arada bir babama; ‘Yaa, yaa; güneş’ derdi o da; zaman zaman tavan açılır, uçardık göklerde; insan/kuşlar olur, Akdeniz’in üstünde kayarak, kanatlarımıza değen o tuzlu sularla konardık Afrika’ya!”
Baba, alışveriş için gittiği diğer kentlerden kitaplar getirerek, yaşanan öz değerleri tanıtarak bilinçlendirmiş, yol göstermiştir ona. Bir de, tanıması gereken kişileri ona göstererek. Bunlardan birisi, yaşlı bir amcadır:
“İnce, uzun, esmer, narin; gösterirdi babam; ‘Bu amca’ derdi, ‘burda yıllardır. Arabistan’dan gelmiş. Öyle iyi biri ki. Yalnız; camide oturur, ibadet eder; burayı da hep temiz tutan bu. Bak, ne güzel süpürüyor kilimleri! Haydi varıp, gönlünü alalım, esenleyelim.”
İçinde, bir cümle gibi, sürekli büyür ve ona evrensellik bilinci aşılar bu amca:
“Sıcak bir gündü; o gördüğüm yaşlı amcayı görmeye gitmiştim; uzun bir süpürge elinde, temizliyordu içeriyi; esmer güller açıyordu süpürdüğü yerlerde. Seyrek, ak sakallar vardı yüzünde; zor konuşuyordu Türkçe'yi; başımı okşamıştı eliyle.
“Dudakları kıpırdıyordu; kilometrelerce uzaklardan gelen biri, dua ediyordu bana!
“O sırada içeri gidenler de, ellerini kalplerinin üstüne bastırarak esenliyorlardı bu yaşlı amcayı.
“Süpürgesiyle Arabistan’da ve Afrika’da bıraktığı yakınlarına ulaşan ince, ıssız yolları andırmıyor muydu?”
Yakın çevreden iki kişi daha çok etkilemiştir onu. Bunlardan biri, büyük amcadır. Büyük amca Ahmet, onda direnişçiliğin, devrimciliğin örneğini oluşturur:
“Başlara zorla giydirilen şeye dair yasanın yürürlüğe konmasında başlayarak, bu başa giydirilen şeyi ‘uygarlığımızdan koparılış’ kabul ederek, kesinlikle reddettiğini belirtmek için, büyük amcamın hiç çarşıya, pazara inmediği, hep evinde oturduğu, günde beş kez, çok ilkeli biçimde, çok ciddi düşünceler içinde yalnızca bir yere gidip geldiği mi söylenirdi?”
Büyük amca ve tüm ailesi, karşı koyuşun ilk sözcüğünü oluşturur:
“Büyük amcamın, hiç gözümün önünden gitmeyen hayali, mütemadiyen açılıp duran enginlik miydi? Bu enginlik de, gitgide çoğalan bir su muydu?Yoksa bu enginlik, büyük ocaklarda eritilen demir cevherleri miydi? Dinin temelindeki insan onuru ve emeğin yüceliği, görkemli bir kartal oluyor, hiç gözümün önünden gitmeyen amcamın hayaline konuyor muydu, bu hayali de kanatlarına ekleyerek ufuklarda süzülüyor muydu?Ailem; bir tepkinin, bir yıkımın, ama bir karşı koyuşun da ilk sözcüğü mü oluyordu bir bakıma?”
Dayısı da yaşamında etkili olmuştur. Çünkü o almasaydı, kara ilenci “red”din bir tezahürü olarak ilkokuldan sonra okuma olanağı bulamayacaktı. Annesi gibi Halep’te okuyan, Arapça bilen, sonraları Halep’te bir kolej açan dayı, ısrarıyla bu reddin bilinçle gelişmesini sağlamıştır:
“Kim zorlamıştı, ortaokula gitmem için, annemle babam mı? Salt, dayım mı istemişti ortaokula yazılmamı? Savunma gücünü yitirişinden miydi, ailemin buna boyun eğişi? Bu boyun eğiş mi saptıyordu benim yazgımı? İki insanın bu ‘Peki!’ demesinden mi köklenecekti, benim, kesin, bilinçle ve usla ‘Ret!’ demem, bu kara ilence? Ailemin bu ‘peki’si, gene, dönüp dolaşıyor; uzun serüvenlerden sonra, ‘redde’ mi çıkıyordu?”
Aile dışında, yakın çevrede de bilinçli, aydın insanlar vardır, onun gelişimine katkıda bulunan. Aydın bir bakkal, mutlaka anılmalı bunlar arasında. İdeolojik bilinçlenme ve savaşımcılık açısından küçümsenmeyecek etkileri var bu aydın, bu saygıdeğer bakkalın:
“Hemen hemen evlerin bitip, kırın başladığı yerde bir de bakkal vardı: aydın biriydi; çeşitli gazeteler, dergiler alır, kitaplar da okurdu. Bir din bilgininin oğluydu: bu denli çok okumayı seven, belki işi gücü okuma olan birinin -gerçekten, durmadan okurdu- bakkallık yapabileceğini anlayamazdım. Soramazdım da kendisine. Tanırdı ailemizi; otururdum yanında; okurdum dergilerini, gazetelerini; kitaplarından ilgi duyduklarını da alır, eve götürür, gece okur bitirir -çünkü, sabahleyin götürmem gerekirdi; gece, uzasın diye nasıl yakarırdım Tanrı’ya, unutur muyum hiç- hemen bir yenisini alırdım. Savaşımcı içerikli epeyce Öğreti kitabı okumuştum bu bakkaldan.”
Aile ve çevre içinde, daha ilkokul sıralarında tam ve kesin bir bilince ulaşır. O artık bir savaşçıdır. Tüm ülkenin üzerine çöken kara ilence karşı savaşan bir kahraman kimlik ve kişiliğine kavuşmuştur.Babasının mağazaya çıkamadığı günlerde, mağazayı açmaya o gider. Böyle bir günde yaşadığı yakaza, bu kimliği yansıtması bakımından ilginçtir:
“Arasıra da, apansız gelen bir coşkuyla, Kapalı Çarşıdan göklere süzülür, bir kanadımda annem, bir kanadımda babam; uç babam, uçar mıydım? Derken, Ahırdağın eteklerinden, bir masal ordusunun başında, marşlar çalınırken, kente mi girerdim? Tüm Maraş ayakta, beni mi karşılardı?”
2. İnsan öğüten çarka direnmek: okumak
İlkokula başlamadan eğitim öğretim yaşamı başlamıştır. Özel bir öğretmen (Ahmet Bey), pazar dışındaki günler evlerine gelerek ona, Kur’an harfleriyle okumayı yazmayı öğretir, Kur’an’dan bölümler ezberletir, bir yandan da Arapça okutur. Cüz cüz okuduğu Kur’an’ı ezberlemekte, kendi deyişiyle belleğine yerleştirmekte, sürekli yinelemektedir. Ancak ne yazık ki, Arapça öğrenimini sürdürememiştir sonraları. Her gün çok erkenden kalkıp giyinerek beklemeye başlar öğretmenini. Pazar günlerini, daha o yaşlarda sevmemeye başlar. Çünkü öğretmeni gelmez pazar günleri.
Bu, ilk öğretmen Ahmet Bey hiç unutulmaz, öğrettiklerine hep bağlı kalınır:
“Ki o sarı sayfa sarı buğdayı savunurdu
Çocukları savunurdu
Sarı sayfa nöbetçi
Ölüm ötesine elçi
Ben o sayfayı savunurum ey çocukluğumun öğretmeni
Sevgili Ahmet öğretmenim”
Bu öğretimin, resmi öğretim yerine düşünüldüğü açıktır aile tarafından. Çünkü kesin biçimde bilmektedirler, bu okullarda öğretilenlerin öğretilmesi gerekenlerle, korumaya, savunmaya çalıştıkları öz değerlerle çeliştiğini, çatıştığını. Tam bir karşıtlık vardı okulla aile arasında. Aile ile okul, iki ayrı öğretiyi temsil etmektedir. Aile, yalnız ilkokuldan değil, tüm eğitim öğretim kurumlarından ürkmektedir; buralarda, çocuklarının kendilerine yabancılaştırılacağından korkmaktadır. Bu yüzden uzun tereddütlerden sonra gönderilir ilkokula.
Çocuk, bu çelişkinin, çatışmanın ayrımındadır; bunun tedirginliğiyle gider ilkokula. Dersleri iyi olmasına karşın, sürekli bir titreme, bir üşüme duyar içinde. Bu üşümeyi, yalnız burada değil, sonraki tüm okullarda da duyumsayacaktır. Bir başka şeyi daha duyumsayacaktır okulda:Bir bıçkıyla, içsel bir testereyle orta yerinden kesilmekte, bir parçası evde, bir parçası da okulda kalmaktadır. Okul, darağaçlarını simgeler, aile ise inancın direnişini. Bu ikisi hep çatışacak ve sonunda, inancın direnişi üstün gelecektir çocuğun dünyasında.
İlkokula gönderilmiş ve burası kazasız belasız atlatılmıştır; ama, ortaokula gönderilmesi pek düşünülmez. Ancak dayının ısrarı, epey sonra, bu okula da gönderilmesini sağlar. Ortaokul bitince, arkasından lise, sonra da üniversite gelmiştir. Çünkü aile, çocuklarının ne yaman bir direnişçi olduğunu, yalnız başına kalsa da, karasiyasanın öğretisine karşı koyacağını görmüştür.
Üniversite, “Kuru, havasız, karanlık bir kazan”dır. Bu kazan içinde sürekli kendi kendisiyle dövüşmüştür:
“Sürekli olarak ders kitaplarını okumam, bu kitapların çoğu yerlerini de âdeta ezberlemem gerekiyordu. Düşünmek değildi istenen; yinelemekti anlatılanı, söyleneni. Peki, tüm bunların Türk ulusuyla ilgisi neydi? Ulusumla hiçbir bağı olmayan yabancı yasaları ezberletiyorlardı bana. Kazan gittikçe oyuluyor, bir kuyuya mı dönüşüyordu? Esenlikle çıkabilecek miydim bu kuyudan?
“Şuydu acıklı olan: bu yasaları öğrenip üniversiteyi bitirince, bunları yurttaşlarıma uygulayacak, bu yasalara göre, kimilerine haklı, kimilerine haksız mı diyecektim?Hiç olacak iş miydi? O halde buraya niçin gelmiştim?”
Kuşkusuz, esenlikle çıkacaktı bu kuyudan. Çünkü, öylesine donanımlıydı ki, onun uysallaştırılması, boyun eğdirilmesi olanak dışıydı. O boyun eğmişti bir kere, boyun eğilmesi gereken güce. Başka hiçbir yetkeye, hele bir uygarlık cinayeti işlemiş sisteme asla boyun eğemezdi. Çünkü ulaştığı bilinç, çoktan evrensel boyutlarda bir algılamaya ulaştırmıştı onu:
“Üniversiteye gittiğim yıllardaysa, Cezayir Savaşı vardı. Vezneciler’den yukarı doğru çıkarken ikide bir Kirazlı Mescit Sokağından geçmek isterdim; hele akşam üstleri, doyulmaz Osmanlı olup çıkardı evlerin yüzleri, pencerelerin çiçekleri; bir kırmızı saksı alıp götürürdü beni Cezayir’deki bir kan gölüne; Süleymaniye Camiinin dört minaresi de, Önder’den sonraki ilk dört büyüğün simgesi olurdu gözümde; ve bu kanlardan umut kuşları yapıp bırakırdım gökyüzüne.”
Sonradan, çocukların okullara gönderilmesi sorunu onu çokça düşündürecek ve şu sonuca ulaştıracaktır:
“Yine de tüm bu okulları okuyarak, hepsini sırayla bitirerek, başka ‘yan gereklilikleri’ de yerine getirerek, çok ileri bir alanda toplanıp, büyük bir insan sevgisiyle, tüm tel örgüleri aşmaktan başka çare var mıydı?… Tanrı koruduktan sonra, tüm çocuklar da, irinli sulardan geçerek, hattâ deneylerle daha da güçlenmiş olarak, dimdik ayakta kalamazlar mıydı?Karanlığın iyice yoğunlaştığı bir dönemde; en tutarlı, en evrensel, en ışıklı, en namuslu bir düzlemde; özeleştiriden köklenen yepyeni bir tırmanış sürecini başlatarak, yalnızca bir ulus için değil, tüm yeryüzü için de, emeğin, alın terinin yücelen umut burçları olamazlar mıydı?”
Bütün çocuklar için olmasa bile, en azından bir bölümü için, ama özellikle de kendisi için, bu düşüncenin doğruluğu ortadadır.
Üniversiteyi Bitlis’te geçen askerlik ve “uzun, karanlık bir dehlize itelenme” izler. Hep sorar kendine: “Ya bu dehlizde ölürsem?” Yanıtı açıktır: “Direnirsem, ölmem.” Bu “dehliz” çeşitli bakanlıklardaki görevlerdir. Ölümü düşündürecek denli ağırdır bu görevler onun için. Sonunda “uzun, karanlık dehliz”in sonunda ışık görünür: Edebiyat.
3. Yazı serüveni:Yazıyorum, öyleyse varım.
Yazı çalışmaları ilkokul sıralarında başlar. Durmadan karalamalar yapar, durmadan yazar. Diğer bir deyişle, “çeşit çeşit kelebekler uçurur gökyüzüne”. Sürekli, “yeni kuşlar, yeni sözcükler konar penceresine”. Bu çalışmalar, en etkili ve evrensel silahın sözcükler olduğunu kavratacak, öğretecektir ona.
Ortaokulda da sürer yazı çalışmaları. Bir yandan da sürekli okumaktadır. Daha doğrusu, birlikte yürür okumayla yazma. Daha birinci sınıfta, mutlu bir tanışma gerçekleşir: Okumayı sevdiğini bilen teyze oğlu, bir gün, ona yeni bir dergi getirir. Bu dergi, Büyük Doğu’dur. Bu tanışıklık, bir dönüm noktası oluşturur düşünce ve yazı yaşamında. Daha bir bilinç kazanır, daha bir bilenir.
Lise yıllarında tam bir tutkuya dönüşür yazmak. Sık sık notlar yazar bu yıllarda. Kocaman defterler doldurur notları, yazılarıyla; gece demeden, gündüz demeden yazdığı. Lise yıllarında, yoğun bir yayım etkinliği de başlamıştır. Maraş’ta yayımlanan Demokrasiye Hizmet ve Gençlik gazetelerinde yazılar yayımlar. Antep’te çıkan İlke dergisine, Adana’da yayımlanan bir gazetenin sanat sayfasına yazılar gönderir. Bu yazılar, kendi deyişiyle, “eğri, yuvarlak, çokgen kuş resimleridir bir bakıma: yalnızlığını yenme denemeleri”dir.
Lise yıllarının en önemli yayım etkinliğini, liseli arkadaşlarıyla çıkardığı Hamle dergisi oluşturur. Bu dergi, kültür ve sanat dünyasından ciddi tepkiler alır, yankılar uyandırır. Yalnız Hamle’deki yazıları değil, diğer ürünleri de, dönemin ünlü yazarları, eleştirmenleri tarafından yazı konusu edilir, gündeme getirilir.
Bu yıllar, bulutların ayaklarının çok altında kaldığı, kimi günler kuşlardan bile yeğni olduğu yıllardır. Ama, “sonra hepsi uçup gitmiştir o kelebeklerin: o ünlü kelebek avcısı da bir karanlığa düşüp yitmiş”tir.
Kelebek avcısının yittiği yıllar üniversite yıllarıdır. Bu yıllarda sürdürememiştir yazı yazmayı, notlar yazmayı. Okuyordur, ama yazamıyor ya da çok az yazıyordur. Yazamamanın acısını sürekli içinde, yüreğinde taşımaktadır. Okuyordur, ama bu, içindeki acıyı azaltmıyor, tersine, yoğunlaştırıyordur. Geceleri, “ya hiç yazamazsam” korkuları uykusunu kaçırmaktadır.
Üniversite yılları, sanatla, edebiyatla arasında kalın bir duvar oluşturmuştur. Oysa o, sanatsız, edebiyatsız yaşanamayacağını düşünmüştür hep. Sanata, edebiyata bu yabancılaşma, onun için anlaşılabilir, kabul edilebilir bir olgu değildir. Çünkü o, içinin ta derinlerinde “yazarlığın tılsımlı gücünü” duymuştur öteden beri. Ama bu yeterli değildir. Çünkü, “bir yazar için çözüm yolu tek”tir. O da “yazmak”.
Yılan görmeyi hiç sevmez. Bu nedenle, yazıdan uzak geçen yıllar, yılanlardır onun için. Yılan görünce, nasıl bir üşüme tutarsa, yazmadan geçen yılları düşündükçe de öyle üşümektedir. Ama bu yıllarda, içinin tam anlamıyla donmasını önleyen önemli bir etkinliği sürdürür: mektup yazmak. Tam donmamak için, tarlaya tohum serper gibi mektuplar yazar. Bunlarla, sözcüklere yabancılaşmasını durdurmaya çalışır.
Bitlis’te geçen askerlik günlerinde, yazma çalışmaları yeniden başlar. Bu çalışmalar bir tür ısınma hareketleri, devinimleridir. Ama ısınması oldukça zordu:
“Askerliğimi Bitlis’te yaparken ısınma devinimlerine başladım: canım çıkardı: ne güçtü bir cümle kurabilmek. Duvara asılırdım; yakarırdım Tanrı’ya, artık bu duvar yükselmesin diye."
“Duvar da nasıl zalim bir duvardı Bayım.”
Askerlik sonrası yıllar, “uzun, karanlık bir dehliz”de geçen yıllardır.
Bu dönemden yalnız, Yeni İstiklal’de sanat sayfaları düzenlediği kısa bir süre ayrı tutulabilir.
Uzun da olsa, karanlık da olsa, bu yıllar da sonunda geçip gidecektir. Ve o alınyazısının gereğini yerine getirecektir; alınyazısına sâdık kalacaktır.
Bu sadakat değil midir, onu uzun yürüyüşe çıkaran?
Edebiyat dergisinin çıkışıyla (Şubat 1969), yürüyüş, yeni bir boyut kazanır; bireysellikten toplumsallığa geçer; kitlelerle, dönüştürmeyi amaçladığı insanlarla bütünleşir.
Yürüyüşün kazandığı yeni biçim, onun düşlerini süsleyen bir yürüyüşün yaşama geçiriliş denemesi sayılabilir:
Mavi bir ışının çizdiği yolda, elleri birbirine kenetlenmiş insanlar yürümektedir. Uzak ülkelerden gelmişlerdir; ama, hiç zorluk çekmeden aynı alanda, aynı zamanda toplanmışlardır. Solukları bir mavilik saçmaktadır. Öfkelidirler, ama hınç yoktur yüzlerinde. Tersine, mavi bir sabır gülümsemesi görülmektedir yer yer. Gömleklerinde “direnç” sözcüğü yazılıdır. Omuzlarında silah yerine, katlanmış kitaplar taşımaktadırlar. Düzenli ve birbirlerini denetleyerek yürümektedirler. Yürüyüşe katılanlar arttıkça, üstlerindeki bulut kümeleri de artarak onları gölgelemektedir.
Kentin hiç görmediği bu yürüyüş aralıksız sürmektedir. Akşam, sabah hiç durmadan yürümektedirler. Günde yalnız beş kez, beş vakitte ara verilmektedir yürüyüşe. Bu yürüyüş sırasında hırsızlar, bozguncular bir bir işaretlenmektedir. Toplum düşmanları önemsemez görünmeye çalışmaktadırlar. Ama korkudan yürekleri güm güm atmaktadır. Yoksul evlerden yürüyüşçülere ekmek ve su gelmektedir; bu da yetmektedir onlara. Gündüz, mavilikleri güneşe yansımakta; geceyse, alımlı bir maviye boyanmaktadır. Zaman zaman kitaplarını açmakta, biraz okumakta, silaha bir kurşun sürer gibi bir sayfayı çizmekte, yeniden başlamaktadırlar yürümeye. Yürüyüşçülerin vardıkları, varacakları, geldikleri kentleri, mavi ışınlarla doldurup taşırmaktadır umut.
Yürüyüşe katılanlar arasında bilgeler, çok okumuşlar, çat pat okuyanlar, hiç okuma yazma bilmeyenler vardır; ama tümü aynı bilinçle katılmışlardır yürüyüşe. Soyguncular, toplum düşmanları, gericiler, kalemlerini yurdu parçalamak için kullananlar, Tanrı tanımazlar, puta tapanlar, put bekçileri birer birer toplanmakta, düğümlü sicimlere bağlanmaktadır. Yürüyüş, katılanlar çoğalarak, kentten kente sürmekte; yürüyüşçüler, varılacak yerin yaklaştığını düşünerek, geceye mavi soluklarını inançla tutuştura tutuştura ilerlemektedirler.
Bu yürüyüşte, egemen renk olan mavi, göksel olanı, Tanrısal olanı simgelemektedir. Kurtarıcı bir yürüyüş, ancak Tanrısal ilkelerle ve bu ilkelere ödünsüz bağlanmakla, Biat'la yapılabilir. Tayin edici tek ölçü “Biat” olduğuna göre, yapılacak ilk iş de insanları yeniden biat bilincine kavuşturmaktır. Yani, Tanrı öğretisine tam inanış ve bağlanışa. Bu yürüyüşte taşınan tek silah kitaptır. Eylemin devinim gücünü, dönüştürücü gücünü kitap oluşturmaktadır. Düşman taraf ise, Tanrısal ilkelerin, bu ilkeler üzerinde kurulan uygarlığımızın, insanın ve emeğin düşmanlarıdır. Yürüyüşe katılanlar, elele tutuşmuşlardır. Bu onların nasıl birlik ve dayanışma içinde olduklarını göstermektedir.
Edebiyat, bu bilinçle çıkar yola; uzun yürüyüş, bu bilinçle sürer.
İlk sayıda, “kalemin yükü” başlıklı yazıda, yürüyüşün anlamı açıklanır. “Niçin yazıyoruz?Nedir ereği kalemi elimize alışımızın?” sorularının yanıtı ortaya konulur bu yazıda. Eski toplumların oluşumunda “yazı”nın ve “yazar”ın işlevi vurgulandıktan sonra, söz İslam uygarlığına getirilir; kalemi, yazarı bağlayan kaynak kitap ve ilkeleri vurgulanır:
“Yeni düzen, usu yenilerken, bilinci yenilerken kalemi de açar. Peygambere “Oku” diye inmeye başlar Kuran. Zaman, tanıklığa çağırılmaktadır Kuran’la. Niçin varolduğumuz sürekli açıklanır, anlatılır insana seçimin gereği, insanın kendi kendini kurduğu. İnsan kutlanır saptamalarıyla. Övülen özgürlüğüdür. Hiç bir şeyin unutulmaması, yitmemesi için Tanrı katında bir kitabın bulunduğunu da okuruz.
“Kuran’la insanın durumu, mutlak bir açıklığa kavuşturulur. Çok geniş anlamda alıyorum “insanın durumu”nu. İnsanın doğumu, yaşamı, insanın insanla, toplumla, doğayla, Tanrı’yla ilişkileri, seçim özgürlüğü, başkaldırma hakkı, bu dünya, öte dünya, ölümden sonra dirilme inancı, tüm davranışlardan herkesin mutlaka yargılanacağı inancı.”
Bu kaynak ve ilkeler doğrultusunda yazarın konumu, görevi belirlenir sonra da:
“Türkiye’de kaleme, daha da ağır yük yüklenmiştir: Yabancılaşmaya direnmek. Tüm etkisini silmek yabancılaşmanın. İçeriği, yabancılaşmaya karşı olan, uygarlığımızdan beslenen, Türk ulusunun yürek sesini, yani yürek atışını, kalp ölçme aygıtı gibi alan düşünceye yerli düşünce diyoruz
“Yerli yazarlar, koşulları düzeltmek için, yabancılaşma birikimi düşün tutsaklığını kaldırmak için, kaynaklarımıza dönme gereğine inanmışlardır. Onların kalemlerinde göremeyiz kıskançlığı, inkâr lâvını, halk düşmanlığını, devrim yarasalığını. Sağlıklı bir düzeyde, onların kalemleriyle, dostluk, gerçek eleştiri, uygarlığımıza çağrı yenileniyor. Hepsi, Yaratanın başlangıçta ve sonuçta kutsadığı emeğin savunucularıdır.”
Edebiyat dergisiyle somutlaşan uzun yürüyüşün anlamı, amacı ortadadır. Bu bilinmekle birlikte, sanata, edebiyata yüklediği özel önem ve dil konusundaki tutumu, onun ayırt edici yönünü belirlemektedir.
Sanata, edebiyata verilen önemin nedeni, edebiyat kavramına yüklenen anlamdır. Bu anlam tanımlanır, açıklanır yeri geldikçe:
“Şu da var: edebiyatın içeriği artık genişlemiştir. Genel olarak edebiyat, çağın akımlarını, yürütülen eylemleri kavrayabilme, doğru olarak onları yargılayabilme olanağı da kazandırmalı bize. Ancak yazardır aslında çağının en etkili, en sorumlu, en yiğit, kendinden en çok korkulan eylemcisi.”
“Çağımızda sanatçı, artık eroin imalatçısı değildir. Yeryüzündeki irin toplamı açığa çıkarılmalıdır. Çünkü, özgürlüğümüzü, kimliğimizi, yeryüzünde bu irin kaplamıştır. Doğru; yirminci yüzyıl bir korku çağıdır, öyle oldu. Ne ki, bu korku da, bu irinden kaynaklanmadı mı?”
Yabancılaşma belası, ülkemizin başına, yazarlar eliyle, edebiyatla sarılmıştır. Bu beladan kurtulabilmek için, elimizdeki tek silah da, yine edebiyattır. Önemi buradan gelmektedir:
“Ülkemize edebiyatla birlikte gelen, yerleşen yabancılaşma, yine ancak edebiyatla ülkemizden dışarı atılacaktır. Tüm çemberleri edebiyat kıracaktır sonunda, bağımlılığın çemberlerini.”
İnsanın, toplumun yeniden inşası da, sanatın, sanatçının görevlerindendir:
“Sanat, bu sürgünlerden, sonsuz bir iştahla, yeni insanlar var edip, ışıklı bir yeryüzü çıkarabilmelidir ortaya.
“Politikacıların değil, sanatçıların mimarlığı gerekli artık.”
Edebiyat, İblis’e boyun eğmiyor ve bu işlevi yerine getiriyorsa, neden önemsenmesin, kutsanmasın:
“Arşa en yakın duran: duadan sonra boyun eğmeyen edebiyattır İblis’e. Çünkü insanın vicdanına bağlıdır damarları.”
Bir edebiyat dergisinin, diline özen göstermemesi, bu konuda titiz davranmaması düşünülemez. Ortada bir özen, bir titizlik yoksa, zaten edebiyattan da söz edilemez. Kaldı ki, dil, düşüncenin de temel aracıdır. Düşünme eylemi de dille gerçekleşir. Öyleyse, düşünebilmenin, düşünce üretebilmenin temel koşuludur da dile özen göstermek:
“İnanmalıyız dilimizin gücüne, sevmeliyiz dilimizi. Titizlik göstermeliyiz sözcüklerin seçiminde. Bir yazar diline özen göstermiyorsa, sözcüklerin seçiminde titiz değilse, hemen verivermeliyiz yargımızı: o yazar, düşüncesine de, söyleyeceklerine de özen göstermiyor demektir. Dille düşünce birbirinden ayrılamaz da onun için.”
Ancak kimileri, Edebiyat’ın dil konusundaki tutumunu anlamamış, bu yüzden, özellikle sözcük seçimindeki tercihini eleştirmeye kalkmıştır. Genellikle biçimsel bir yaklaşımın ürünü olan bu eleştirilerin, üzerinde durmaya değer bir nitelik taşımadığı, yersizliği, bu gün geldiğimiz noktada, daha bir açıklıkla görülmektedir.
Edebiyat Dergisi, kısa sürede ülkenin en canlı, en sıcak, en etkili, en devrimci dergisi oldu. Politik çalkantıların en yoğun olduğu dönemlerde bile, ektisini, gücünü yitirmedi. Özellikle, üniversitelerdeki genç insanlar üzerindeki etkisi belirleyici oldu. Bu etkiyle sanata, edebiyata ilgi duyan, yönelen gençler, bir süre sonra, uzun yürüyüşün sıkıntılarına göğüs germe gücünü yitirerek ayrılanların (1977) yerini dolduracak bir olgunluğa ulaştılar. Tam anlamıyla, bir okul oldu, Edebiyat Dergisi. Bugün, sanat edebiyat dünyamızda tartışılmaz bir yer edinmiş birçok şair ve yazar, bu okulda hiç değilse bir süre bulunmuş, eğitimden geçmiş, öğrenim görmüştür. Bunların tümünün sayımı, uzun listeler oluşturur.
Edebiyat Dergisi, yalnız genç şâir ve yazarları yetiştirmesiyle değil, tam bir âsitâne işlevi görev bürosu ile, ilkeli ve özenli yayıncılık anlayışı ile, ortak çalışma, özveri ve dayanışmayla yürütülen iş düzeni ile de bir okuldur.
Bürodaki söyleşiler, başlı başına bir derstir. Usta’nın varlığı, günlük yaşamını oluşturan tüm davranış ve etkinlikleri, bu dersin somutlaşmış, eyleme dönüşmüş biçimidir. Büroya ilk kez gelen birisi bile, dakikalarla ölçülebilecek kısa bir zaman içinde, buradaki ülküsel ilke ve kuralları kavrar; nasıl konuşacağından, nasıl oturup kalkacağından, nasıl düşüneceğine, okuyacağına, davranacağına, orada hangi sözcüğün seslendirilemeyeceğine, hangi nesneden söz edilemeyeceğine varıncaya kadar tam bir bilinç dönüşümü yaşar.
Edebiyat Dergisinin ya da bir kitabın yayın süreci de, başlı başına bir eğitim ve öğretim sürecidir. Ürünün hazırlık aşamasında yürütülen çalışmalar, baskı aşamasında gösterilen özen ve titizlik, basılan ürünün okuyucuya ulaştırılması, dinsel ve ülküsel bir eylemin gerektirdiği tüm ciddiyet ve titizlik içinde yerine getirilir. Usta, dergi ya da kitaptaki her sözcüğün sorumluluğunu üstlenir. Bu nedenle her sözcüğü denetler ve onaylar. Derginin bir sayısında, bir başlığı oluşturan sözcüklerin birinde, gözden kaçan bir dizgi yanlışı, o sayının tümüyle yeniden basılmasını gerektirir. Büroya getirilen dergi ya da kitap, törensel bir çalışmayla paketlenir postaya verilmek üzere. Orada yapılan paketlerin, en uzak yurt köşesine gitse bile, yırtılması, dağılması, içindeki ürünün zarar görmesi olası değildir. Bunların en sağlam ve güzel onları da, hiç kuşkusuz, her zaman Usta’nın elleriyle yapılanlardır.
Sözün kısası: Edebiyat âsitânesi, gerçek bir okuldur ve her öğrenci, kendi içtenliği, istekliliği, alabilme yeteneği ve hiç kuşkusuz nasibi ölçüsünde bir şeyler alır bu okuldan.
Ve Edebiyat Dergisi, başından sonuna, tartışılmaz bir “ustalık” belgesidir.
Edebiyat Dergisi, yürüyüşüne ara verdiğinde (Aralık 1984), geride onaltı uzun yıl bırakmıştı. Bu süre içinde, Usta, her biri “namluya sürülmüş bir kurşun” ya da “restin resmi” anlamında tam onsekiz kitap yayımladı. Bunları da hatırlayalım, yayımlanış sırasıyla: Batı Notları (Gezi, ekim 1972), Biat (Deneme, Haziran 1973), Umut (Oyun, Şubat 1974), Harikalar Tablosu (Oyun, Jacques Prévert’ten çeviri, Ocak 1975), Ay Operası (Şiir, Jacques Prévert’ten ceviri, Nisan 1975), Çağdaş Arap Şiiri (Güldeste, Ocak 1976), Biat II (Deneme, Ocak 1977), Bağlanma (Deneme, Şubat 1979), Korku (Oyun, Ocak 1980), Put Yapımevleri (Oyun, Nisan 1980), Bir Yazarın Notları I (Deneme, Temmuz 1980) Bir Yazarın Notları II (Deneme, Aralık 1980), Bir yazarın Notları III (Deneme, Nisan 1981), Biat III (Deneme, Nisan 1981), Karısganın Çatırtıları (Şiir, E. Guillevic’ten çeviri, Mayıs 1981), Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş (Oyun, Haziran 1982), Bir Yazarın Notları IV (Deneme, Eylül 1982), Edebiyat Kulesi (Deneme, Şubat 1984)
Usta, verdiği tarihsel bir kararla, yaşamının onaltıncı yılında, bunca zamanlık deneyim ve birikimine karşın, Edebiyat Dergisinin, uzun yürüyüşü içindeki aktif görevine son verdi (31 Aralık 1984):
“Yarın 1 Ocak.
“Edebiyat olmayacak.”
Bu kararla Usta, havlu atmamış; ama, “sükût”u seçmişti. Bu seçimin gerçek nedenlerini, hangi koşullara bağlı olarak yapıldığını, ancak Usta açıkladıktan sonra öğrenebileceğiz.
Ne ki, kimi ipuçları da var elimizde. Usta’nın karar sürecine girdiği günlere ilişkin notları arasında yer alan kimi cümleleri, oldukça açıklayıcıdır. Bunları Klas Duruş’tan yorumsuz olarak aktarıyoruz:
“İlişkiler: düzensiz atan bir nabız gibi.”
“Düş yıkımlarının toplamı ne eder? Hiçbir şey vermez sanırdım önceleri. Ama ben, yine de, sürdürdüm toplamayı, inatla: yığdım yığdım: ceplerim dolup taştı düş yıkımlarıyla: imece bir edimle: tüm tanıdıklarım çalışıyorlardı benim için: ara sıra da, bile bile, üstlerine varıyordum bana az düş yıkımları getirenlerin!
“Direşkenliği vareden de düş yıkımları değil midir?”
“… evet, evet çok korkunç: bu etik itleşiş.”
“Edebiyat’ın basımevinden aldığım düzeltilerini yapıyorum: direniş ve hüzün.
“Bir elimde biri, bir elimde biri.
“...................................................."
“Ve edebiyat’ın yeri ıpıssız.”
“Ne olursa olsun, tutarlılığımdan uzaklaşamam, ödün veremem.”
“Her türden özveriye hazır bir devrimci arayıp durdum tüm hayatım boyunca.”
“Eprimiş ilişkilerin hemen hemen dağılıverecekliği…”
“Edebiyat’ın yerine gelip gidenler var ya, varmış yokmuş gibi âitlik: Edebiyat Dergisinin bu sayısı, zar zor görülebilen bir güvercinin titrek kanatları gibi: ne ki, ufukta gene!”
“Dün ciddi görünen, bugün fırıldak; daha, fizikî olmasa da, hissediyorum ben: önsezim beni hemen hemen hiç yanıltmadı. Güvendiğim insanların bu halleri öyle bir gücüme gidiyor ki!”
“…ekşimiş süte dönmüş bir toplum.”
“vurdumduymazlık: çok hızlı: yayılıyor: her yerde.”
“Ciddî Yanış dâima destansıdır.”
Evet: Usta, seçimini yaptı ve “sükût”u seçti. Daha doğrusu, “Sükûtunu duvara astı, tüfek gibi”. Anlayan için, “İçsusku ya da çığlık: aynı ağırlığı verir kolisi: insan özüyle doğrudan bağıntılı olması halinde.”
Usta’nın yürüyüşü, onüç yıl süren “sükût” döneminde de kesintiye uğramadı. Etkisi de, sona ermedi.
Kendisi ortada yoktu, konuşmuyordu; ama, onu anlatan “menkıbe”ler dolaşıyordu dilden dile. Bütün olumsuzluklara, hattâ karalayıcı söylentilere karşın, o, yürüyüşünü sürdürüyordu.
Zamanla, “sükût sûretindeki sesin çok koyu düştüğü” görüldü. Kimi genç insanlar, onu yeniden keşfettiler. Yeni okuyucuları oluştu. Birçok söyleşinin konusu yine o oldu. Bir şekilde bulunan yapıtları elden ele dolaştı. Olmadı, fotokopiyle çoğaltıldı. Kitaplaşmamış şiirleri bile, dergilerden toplanarak, yine fotokopi yoluyla kitaplaştırıldı, elden ele dolaştı.
Gerçekten de, iç susku, bir çığlık denli etkili oldu. Çünkü, doğrudan insanın özüyle bağıntılıydı.
***
Kendisi ortada yokken, kimseyle görüşüp konuşmazken, yapıtları bulunamazken, neydi onu böylesine etkili kılan? Bu sorunun yanıtı, onun yaşamında, kişiliğinde, eyleminde yatmaktadır. Bu nedenle, en belirgin yönlerini, hiç değilse, kalın çizgilerle belirlemek gerekir.
O bir inanç adamıdır. İnancı, öğretisini, ülküsünü belirler. Öğreti ve ülküsü, tam yaşamını biçimlendirir. Yaşam, bir eylemdir, bir davranış biçimidir onun için. Eylemin en soylu biçimi yazmaktır. İnanç, öğreti, ülkü, yaşam, eylem ve yazmak, ayrıştırılamayacak bir bütünlük oluşturur onun kişiliğinde.
O bir inanç adamıdır, sözcüğün tam anlamıyla mümindir. Rasul’ün getirdiklerine Ali’nin masumiyeti ve ödünsüzlüğüyle, Ebubekir’in sıddıkiyetiyle biat etmiş, bağlanmış, tanıklık etmiştir. Tüm yaşamını, tüm davranışlarını bu biat belirler, yönlendirir. Denilebilir ki, o bu inanç içinde yok olarak varolmuştur.
O bir ülkü adamıdır. Bütün yaşamını ülküsü için adamıştır. Onun için yaşamının anlamı, ülküsünü, ülkesinde yaşatmaktır. Bütün dünyası ülküsüdür. Yirmidört saatini ülküsü doldurur yalnız başına. Geçmişini ülkü anımsatır, bugününü ülkü belirler, geleceğini ülkü tayin eder. Bir mümin olarak ödevini, ancak ülküsel davranışlar, eylemler içinde algılar. Bu nedenle, başkası için hiçbir önemi olmayacak davranışlar, onun için ülküsel bir anlam yüklüdür. Kullandığı her sözcük, ülküseldir. Oturup kalkması, ceketini düğmelemesi ya da açması bile ülküsel bir davranıştır.
O, bir eylem adamıdır. Bütün gemilerini yakmış, mülkiyetin kirlerinden arınmış bir militandır o. Bu nedenle pervasızdır, korkusuzdur, karagözlü bir devrimcidir. Hiçbir şey sindiremez onu, yıldıramaz. O sevdası için baş koymuş bir savaşçıdır.
O, bir yazı adamıdır. Yazmayı, varolmanın, yaşamanın, eylemin temel yöntemi olarak seçmiş bir yazı adamıdır. Yazı en evrensel ve etkili bir silahtır onun elinde. Yâre yaza yaza ulaşacaktır. Yaza yaza çoğalınacaktır. Yaza yaza tüm karanlık sınıflara ışık götürecek, içindeki ateşle onları da tutuşturacak, bilinçlendirecektir. Bu nedenle yazmak, yaşamakla, eylemle eşanlamlıdır onun için. Her sözcük, yüreğinden fışkırır, yaşamının içinden süzülür, eylemin bilinciyle yüklüdür. Bu nedenle her sözcük bir kurşundur; bu nedenle, her kitap değdiği kişiyi yakan harlı bir ateştir.
Böylesi bir bilince, böylesi bir bütünlüğe ulaşmış kişinin etkili olmaması olası mıdır? Her davranışı, çarpar kişiyi; her sözcüğü, ta yüreğinden kavrar. Hüseyin’in kişiliğinden, eyleminden etkilenmeyecek bir insan düşünülebilir mi? O, evet, hiç tereddüt etmeden söylenebilir: yazının Hüseyin’idir. Onun ülküsünü taşır kalabalıklara, ışığını götürür; onun yiğitliğiyle.
Duvara asılan tüfek, ilelebet kalamazdı yerinde. Yürüyüş sürüyordu, aslında; hiç durmamıştı. Yalnızca, bir ırmağın, bir süre, akışını yer altında sürdürmesi gibi, kendi içine çekilmiştir. Mağarada verilen molaya da benzetilebilir bu dönem. Kutsal Medine yürüyüşü, mağara günlerinde, sona ermiş sayılabilir mi?Sükûtun seçilmesi de, bir tür mağara dönemi sayılabilir. Öyleyse, Usta’nın uzun yürüyüşünün durduğu da söylenemez.
Yazmak, bir uzun yürüyüşe çıkmak demektir ona göre. Bu anlamda, onun yürüyüşü, çocukluk çağında, ta ilkokul günlerinde başlamıştı. Sona ermesinden de, ancak Mekke’ye ulaşıldıktan sonra söz edilebilir.
Derken, beklenen oldu:Tüfek duvardan indirildi ve ateş başladı. İlk kurşun:Sükût Sûretinde (Şubat 1997). Ve, diğer kurşunlar, bir yaylım ateşi halinde geldi:Derviş Hüneri (Mart 1997); Batı Notları (Mart 1997); Arap Saati (Mayıs 1997); Umut (Haziran 1997); Ahid Kulesi (Haziran 1997); Korku (Ağustos 1997); Klas Duruş (Ekim 1997).
O, bir yandan uzun ve çetin yürüyüşünü sürdürürken, bir yandan da uzattı elini. Şimdi, sorumluluk, uzatılan eli görenlerdedir. “Tarihe bir çentik atarak” elini uzatanlar çoğaldıkça, yürüyüş, güç kazanarak sürecektir hedefe doğru.
Gün ışıdı; anayol göstericisi, meydandaki yerini aldı.
Gösterilen yönde atılan her adım, yürüyüşe katılan her insan, şanlı bir destana, bir dize ekleyecektir.
RAHMAN’dan
/ALINTERİ KİTABIMIN İLK CÜMLESİ/
BURJUVA AYAĞA KALK
GÜNEYDE KUZEYDE DOĞUDA BATIDA
YARGILIYORUM SENİ
ŞAN SOLUYAN ŞAN ALAN GENÇ YÜREKLER
EY KARDEŞLER
GÖREN GÖZLERE ORTALIK IŞIMIŞTIR.
Ebubekir SONUMUT
Edebiyat Dergisi, Sayı:12+1, Mayıs 1970
N. Ahmet ÖZALP
Mart 1998
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |